"Bir Türk öldürmek yetmiş gavur öldürmekten daha üstündür."(Kürtçü Sait)
-
Bir Türk öldürmek yetmiş gavur öldürmekten daha üstündür.
Şey Sait,Musul görüşmeleri sırasında İngilizlerden aldığı destekleéDin elden gidiyor"maskesiyle Kürt devleti kurmak için isyan etmiş,isyanın sonucunda bacanağı Binbaşı Kasım tarafından yakalanarak adalete teslim edilmitir.
Şeyh Sait,ayaklanma sırasında bacanağı Binbaşı kasım'a"Bir Türk öldürmek yetmiş gavur öldürmekten daha üstündür"diyor,Bacanağı da tanıklık yaptığı mahkemede bu sözleri onun yüzüne karşı anlatıyor ve tutanaklara geçiyordu.
"İşittiğim odur ki,şeyh Sait,din için kıyam farz oldu demiş.Bir türk öldürmek,yetmiş gavur öldürmekten daha üstündür demişti"
şeyh Sait'in duruşmasında savcı ile aralarında geçen konuşmalardan Kurtuluş savaşı sırasında Şeyh Sait ve takımının dinlenip yığınak yaparak sürekli güçlendiği,Türk ordusunun yorgun ve zayıf anını kolladığı da ortaya çıkıyordu:
"...Bu kıyamınızı vacip görüyorsunuz.Küffar, islam beldelerini çiğnerken cihat nedir?
O da cihattır,farzdır.https://eksisozluk.com/bir-turk-oldurmek-70-gavur-oldurmekten-evladir--6090712
Yunan bütün memleketi çiğnerken bu topladığınız dört bin kişi ile neden Yunan üzerine yürümediniz?
O zaman yine giderdik.Vaktimiz yoktu.o zaman biz çok perişandık.Vaktimiz olsaydı durmazdık.Balkan muharebesinde hazırlandık,istemediler.Bu muharebede göçmendik,yoksulduk."Kurtuluş savaşında Yunan'a kurşun atmak için vakit bulamayan Bedii-üz DİNgil'in "ekremim" dediği Sait ve adamları,İngilizlerden çil çil altınları cebe indirince Türk askerini arkadan vurarak ayaklanıyorlar,yüzlerce asker ve sivilin yaşamını tehlikeye atarken Musul'un da İngilizlerin eline geçmesine neden oluyorlardı.
Şey Sait,suçu sabit görülerek idam ediliyordu.
"iki mektebi müsibetin şahadetnamesi yahud divan-ı harbi örfi" adlı kitabının 11.sayfasında;
"ben ki,bir adi Kürdüm"diyen ve sürekli Kürt kökenli vatandaşlarımızı kışkırtarak yola çıkan Kürt Said'de "birader-i azam"ının intikam ateşi ile yanarak hezeyenlerde bulunuyordu.
-Ey Asuriler ve Keyanilerin cihangirlik zamanında pişdar,kahraman askerleri olan alan Kürtler'..Beş yüz senedir yattığınız yeter artık uyanınız sabahtır..."Kürt Said'deki bu ateş karşısında hayranlığını gizleyemeyen ve "hıyarım" diyen her müselmana bir avuç tuz'la koşan Fetoş da,"fasıldan-fasıla"adlı edebi yapıtının 14. sayfasında salt tuz ile değil yağdanlığı ile de koşmakta ve bu deli ve zır cahil'i Muhammetle özdeşleştirmektedir:
".aynı şekilde,1876 da şarkın yalçın kayalıklarından bir ateş-pare zuhur edeceği ve din-i mübin-i islam'ı yeniden gnüllerde ihya edeceği bazı ehl-i keşif tarafından müjdelenmiştir.Oyas ki müjdelenen zat,o tarihte henüz dünyaya teşrif etmiştir.Misyonunun tamamlanması gelecek yıllarda gerçekleşecektir.Evet çekirdekte ağaç,damlada derya görülür ve müjdelenir.Ağacın tam büyümesi,deryanın bütünüyle ortaya çıkması ise,amana bağlıdır;belli bir sürenin geçmesine vabestedir.Öyleyse kuluçka sabrıyla zamanın çıldırtıcıığına karşı beklemek icap eder." -
1877 yılında Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde doğan ve 24 mart 1960 tarihinde ölen ve bidayette Saidi Kürdi diye anılan bir şahsın esas gayesi, Türklüğü tahrif ederek ayrı bir Kürt devleti kurmaktır. Nitekim yaşamı boyunca bu amacını gerçekleştirmek için etkinlik göstermiştir.
Doğduğu bölgeden İstanbul'a gelen Said-i Kürdi, 31 Mart ayaklanmasına katılmış, Milli mücadele döneminde Kürt Teali Cemiyeti kurucuları arasında yer almıştır.
(kaynak Marmara Brifingi: Orgeneral turgut Sunalp, Korgeneral Abdurrahman Ergeç, Tümgeneral Recai Engin, Tümgeneral, Memduh Ünlütürk, Tümgeneral Fazıl Polat, Kur. Alb. Fikret Küpeli...) Bu zamandan 1950'ye kadar risaleleri yaymaya ve cemaatini büyütmeye devam etmiştir.
1950 sonrasında yazmış olduğu risalelere dayanan cemaatini iyice güçlendirmiş ve bu dönemki DP hükümeti le işbirliğine girmiştir. Atatürk'ün başlatıığı toprak reformunu yarıda bırakarak bölgesinin ağalara ve şeyhlerin elinde kalmasında büyük pay sahibi olan Said-i Nursi zamanın iktidarı Adnan Menderes tarafından eli öpülerek el üstünde tutulmuştur.
1960 ihtilaliyle birlikte Adnan Menderes ve diğerleri asılmıştır. Said-i Nursi'nin cesedi de İhtilal subayları tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Şeriat devleti isteyenlerin bütün hareketlerinin gerisinde emperyalizmin çirkin yüzü sırıtmaktadır. 31 Mart irtica olayında da Derviş Vahdeti'nin ve Melanzade Rıfat'ların iplerini elinde tutan gerçek güç emperyalizmdir.
15 Aralık 1908 tarihli Volkan gazetesinde, İngilizlerin adem-i merkeziyetçiliği sayesinde Kıbrıs'ın "küçük bir İsviçre" haline geldiğini ileri sürmektedirler. Oysa ki Kıbrıs İngiltere hükümetinin Osmanlı'dan alacaklarına akrşılık rehin aldığı fakat ilk bahaneyle el koyduğu veişgal ettiği, nüfusunun da Yarıya yakınının Türk olduğu bir topraktır. İngilizlerin burayı tek kurşun bile sıkmadan dalavereyle ele geçirmesini ve sömürge kurmasını Volkan gazetesi alkışlamaktadır.
8 Nisan 1909 tarihli Volkan Gazetesi: "İngiliz Hükümetinden, kuvvetli, mütefennin, her surette müterakki, hami-i insaniyet bir hükümetin mevcudiyetini hala mutasavver mir?" diyerek bugünkü Amerikan dalkavukluğuna andırır biçimde İngiltere'nin her yönden propagandasını yapmaktadır.
İşta 31 Mart olayının başkahramanı Derviş Vahdeti dahi, günümüz Amerikan şeriatçılarına benzer biçimde koyu bir İngliz İngiliz şeriatçısıdır. 31 Mart yobazları önlerine çıkan ilerici subayları şehit ettikleri halde hristiyan kafirlere karşı davranışlarında son derece "centilmen"dirler. Yobazlara 31 Mart günü yollarda rastladıkları hristiyanlara korkmamaları için teminat vermişler, yabancı elçiliklerin kapılarına da nöbetçiler dikmişlerdir.
İsyandan sonra hükümet 31 Mart olayında ünlü "Intelligence Service"e mensup İngiltere elçiliği baştercümanı Fitz Maurice ile onun ihzmetindeki yerli işbirlikçilerin marifetlerini saptamışlar ama bu konuyu kurcalamaktan kaçınmışlardır.
Isparta'daki sürgünden memleketine dönen Said-i Kürdi yine İngilizlerin işgal planına uygun olarak Doğu'da ve güneydoğuda İngiliz hükümeti destekli bir Kürdistan kurulması amacıyla "Kürt Teali Cemiyeti" kurucuları arasında yerini aldı.(kaynak: Marmara brifingi, 1971)
Bir yandan işgalcilerle mücadele eden Ankara hükümeti bir yandan da İngiliz destekli gerici isyanları bastırmakta başarılı olunca Said-i Kürdi bu sefer M. Kemal'le görüşmek için Ankara'ya gitti. Amacın şeriat devleti kurmak olmadığını, ulusal temele dayanan devlet kurmak olduğunu anlayınca bundan vazgeçti.
Bugün dahi Nurculukta cuma namazı kılınması farz kabul edilmez. Çünkü Said-i Kürdi'nin anlayışına göre ülke hala "müslüman" değildir. "Dar-ül harp"tir. Yani şeriatı getirmek için savaşılması geren topraklardır.
Bu anlayışa uygun olarak çıkan ve arkasında İngiliz desteği olduğu resmi belgelerle kanıtlanmış olan Şeyh Sait isyanına katıldığı için İstiklal Mahkemesince yargılandı ve birçok ilde sürgün yaşadı. İngiliz destekli bağımsız Kürdistan isteyen bu ayaklanma birçok şehrin yıkımına, ordunun büyük ölçüde kayıp vermesine ve misak-ı Milli sınırlarımız içinde olan Musul ve Kerkük'ün İngilizlere kalması ile sonuçlandı.
Nur cemaati'nde Atatürk'ün "Öküz aleyhisselam", "Beton Kemal", "Deccal" gibi isimlerle anılmasınınn arkasında bu şeriatçı ayaklanmaların uğradığı hezimetler yatmaktadır.
Ayrıca İzmir ve Erzincan Depremleri için şöyle dediğini F. Gülen kendisi naklediyor:"Ya oralarda hiç hizmet eden yoktu(dine hizmet eden) veya onlar yenik durumda idiler ki bu bela başlarına geldi.". Yani müslümanı varsa bile azınlıktıaydı. Depremler bu yüzden olmuştu.
Fethullah Gülen de bu söze dayanrak şunu ekliyor( Prizma 2 sf 66): " Devlet bu belayı hazrıladı, altyapı hazır değildi, inşaat ruhsatı verilmemeliydi vs.- diyorlar. Halbuki İslam inancına göre maziye ve musibetlere kader açısından bakılır. Artık bu safhada bize Allah'a tevekkül etmek düşer. Yoksa böyle bir bakış açısı, musibeti Üstad'ın ifadesiyle ikileştirir."
-
AİD-İ NURSİ NASIL BİR KİMSEDİR?
Gerçekte Said-i Nursi, nasıl bir kimsedir? Risale-i Nur, nasıl bir kitaptır? Risale-i Nur’da ileri sürülenlerin ilmi bir değeri, dinle bağdaşır bir yanı var mıdır? Nurcuların hepsi, gerçekten Said-i Nursi’ye ve Risale-i Nur’a inandıkları için mi Nurcu olmaktadırlar? Nurculuk dinimize yararlı mı, zararlı mı olmuştur şimdiye kadar? Şimdi bu soruların karşılıklarını bulmaya çalışalım:
Said-i Nursi, “İhlas”ı, yani samimiliği, içi-dışı bir olmayı över. Bu tutum ve davranışın meziyetlerinden söz eder. Ve buna uygun davranmayı herkese öğütler. Böyleyken kendisi, bütün Şato’sunu, ortaya koyduğu her şeyini, “riyakârlık” (gösteriş ve ikiyüzlülük) üstüne kurmuş bir kişidir. Bilirsiniz; müritlerine ve çevrelerine kendilerini, ulu kişi, büyük ve ulaşılmaz insan göstermek için, durmadan keramet gösterilerinde bulunan sahtekârlar, ikiyüzlüler çok görülmüştür. Dalkavukları tarafından övülmeyi her şeyin üstünde tutan, her fırsatta kendisini öven ve övdüren ruh hastalarına çok rastlanmıştır. Böylelerine günümüzde bile rastlanmıyor değil; onun için böylelerini gördüğümüz zaman şaşmıyor, olağan buluyoruz çoğu zaman.
Riyakârlar, sahtekârlar, kendisini övmesinden ve övdürmesinden olağanüstü tat alan kimseler incelense de Said-i Nursi ile karşılaştırılsa, Said-i Nursi bu konuda ön sırayı alır ya da hepsinin başında gelir.Said-i Nursi falanca ayet, filanca ayet, beni anlatıyor diyor. Falanca filanca ulu kişi benden söz ediyor diyor. Ayetlerde, Peygamber sözlerinde, ulu kişilerin şiirlerinde, kitaplarında, benim ve Risale-i Nur’un haberi veriliyor diyor. Gelmiş geçmiş bütün İslam düşünürlerini, İslam bilginlerini şöyle bir göz önüne getirin. Şimdiye dek acaba hangisi, böylesine saçma, böylesine ipe sapa gelmeyen iddialarda bulunmuştur?
Kuran’da Said-i Nursi’den ve Risale-i Nur’dan söz ediliyormuş!
Üstelik benden ve Risale-i Nur’dan söz ediyor dediği ayetler, ya Hazreti Muhammed, ya da Kur’an-ı Kerim’le ilgilidir.
Örneğin, Nûr Suresi’nin 35. ayetindeki “Nur” kelimesiyle, Hazreti Muhammed’in nuru, Kur’an-ı Kerim’in nuru, İslam dini anlatılmak istenmiştir. Bütün tefsircilere göre bu, böyledir. Öteki ayetlerdeki “Nur”a da aynı anlam verilir. Hatta bazı ayetler, “Nur” kelimesiyle İslam dininin anlatıldığını açıkça gösteriyor. Bir ayette aynen şöyle buyuruluyor: “Onlar, Allah’ın nurunu, yani İslam dinini, ağızlarıyla söndürmek isterler. Ama Allah, inanmayanlar hoşlanmasalar da nurunu tamamlayıp daha da parlatacaktır. (Yani İslam dinini daha geniş biçimde yayacaktır.)”
Bu ayetlerde ne Said-i Nursi’den söz edilmiş olabilir, ne de Risale-i Nur’dan. Ayetlerdeki Nur’un, Said-i Nursi’yle de, Risale-i Nur’la da hiçbir münasebeti olamaz. Ayetleri, kendisine alet etmeye kalkacak kadar utanmazlık ve dine saygısızlık gösteren bir insan ve onun deli saçmalarından farklı olmayan kitabı, nasıl “Allah’ın Nuru” olabilir? Bu, “Allah’ın Nuru”na hakaret olmaz mı?
Bir ayette; “Allah size bir nur veriyor ki, onunla aydınlık içinde yürüyesiniz” buyuruyor. Bununla, yani bu “Nur’la Kur’an-ı Kerim kastedilirken; siz kalkın: “Kastedilen Said-i Nursi ve Risale-i Nur’dur” deyin! Bu hiç yakışık alır mı? İşte Said-i Nursi, bu yakışık almayan iddiayı öne sürmekten utanmıyor. Aynı utanmazlığı, “Şakirtlerine” de aşılıyor. “İnananlara, bir hidayet ve şifa kaynağıdır” anlamındaki ayeti ele alalım. Bu ayette “Şifa” ve “Hidayet Kaynağı” sözleriyle, Kur’an-ı Kerim anlatılmak istendiği açıkça belli oluyor değil mi? Nitekim bütün müfessirler, Kur’an-ı Kerim yorumcuları da aynı görüşte birleşiyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in nitelikleri sayılırken “Şifa” ve “Hidayet Kaynağı” sözleri de yer alır ayetlerde. Gelin görün ki, Üstad, cifir hesapları yaparak, bu niteliklerle Risale-i Nur’un anlatıldığını yazıyor kitabında. Böylece kitabını, Kur’an-ı Kerim yerine koymaktan çekinmiyor. Said-i Nursi bunun yanında da, sırası gelirken Kur’an-ı Kerim’e “Hizmet” ettiğinden söz ediyor.
Kendi saçmalıklarını Allah’a imzalattırıyor!
“Sana, seb’al mesani’yi (Fatiha Suresi’ni) verdik” ayetini düşünelim. Said-i Nursi’ye göre bu ayetteki “Sana” hitabı Said-i Nursi’ye yönelmiştir. Yani Tanrı “Sana!” derken, Said-i Nursi’ye sesleniyor. “Seb’al Mesan’i” sözüyle de, hem Fatiha, hem de Risale-i Nur kastediliyor. Kur’an-ı Kerim’in kime indiğini bilen bir Müslüman, buna nasıl “evet!” diyebilir? “Sana” hitabıyla, Hazreti Muhammed’le birlikte Said-i Nursi’ye nasıl seslenilmiş olabilir? Görüldüğü gibi; burada da yine, kendisini Hazreti Muhammed’le, kitabını da Kur’an-ı Kerim’le bir tutacak kadar ileri gidiyor Nursi. İşte bu ve benzeri ayetlerde, Said-i Nursi, kendisinin ve Risale-i Nur’un söz konusu olduğunu iddia ediyor. İspatlamak için de Cifir dalaverelerine başvuruyor. Kendisine ve risalesine Kur’an-ı Kerim ayetleri, “İşaret” ediyormuş. Bu işaretler, çok sayıda olduğu için “Sarahet” hatta “Kat’iyyet” derecesindeymiş. Yani Kur’an-ı Kerim ayetleri, açık-seçik bir şekilde üstelik kesin olarak Said-i Nursi’yi ve Risale-i Nur’u anlatıyormuş. Hatta falanca ayet, “On parmakla imza basıyormuş” Risale-i Nur’a. Kendi saçmalıklarını, Allah’a “İmzalattırmaya” kalkan bir başka çılgın çıkmış mıdır acaba?
Hazreti Ali de Said-i Nursi’yi işaret etmiş!
Said-i Nursi, ulu kişi olarak bilinen kimseleri de kendisine alet etmiştir. Sırf kendisini büyük bir kimse diye satmak için. Hazreti Ali, Celcelutiyye ve Ercûze adlı kasidelerinde, Abdulkadir Geylâni kasidesinin birçok mısralarında, İmam-ı Rabbani, Mektubat adlı kitabında Said-i Nursi’yi ve Risale-i Nur’u müjdelemişler, hatta Said-i Nursi’nin adına sanına işaretten başka, Risale-i Nur’un bölümlerinden bazılarının adlarını açıkça belirtmişler. Oysa mesela Hazreti Ali’nin bu adlı kasideleri olduğu ilmen sabit değildir. Tersine, bu kasidelerin, Hazreti Ali’ye ait olmadığı sabit olmuştur.
Üstelik ne Hazreti Ali’ye ait olduğunu söylediği kasidelerde, ne de öteki zatların kaside ve kitaplarında; Said-i Nursi’yi ve Risale-i Nur’u haber veren bir ifade yoktur. Olamaz da. Gelecekten haber vermek, İslam inancına göre; kimsenin yetkisinde değildir. Esasen “Gaybı ancak Allah bilir!” ayetiyle de belirtildiği gibi, Yüce Allah bu gücü kimseye vermemiştir. Gelecekten, bilinmeyenden haber vermeye kalkmak, dini yönden büyük bir saygısızlıktır. Hazreti Ali olsun, öteki zatlar olsun, böyle bir saygısızlığı yapmış olamazlar.
Peki ama öyleyse Said-i Nursi nasıl ileri sürüyor bu iddiaları? “Hazreti Ali’nin ve falanca filanca kişilerin kendisinden ve Risale-i Nur’dan söz ettiklerini” nasıl iddia edebiliyor?
Bunun kısaca karşılığı şu: İnsan sahteciliğe yönelmeye görsün; akla gelebilecek her şeyi yapar.
Yaparken de herhangi bir din ve vicdan sorumluluğu duymaz içinden. Said-i Nursi’nin durumu da öyledir.
Peygamber’i ve Kuran’ı taklit
Falanca zatın olduğunu sandığı bir kasidede, ya da bir kitapta parlak bir kelime mi görmüş? Yazdırdığı risaleye o adı koymuş, ondan sonra da: “-Bakın şu kasidede, şu kitapta; bu Risale’nin adı geçiyor” demiş, kendisinin yüceltilmesine yarayacak bir cümle mi bulmuş? Birtakım Cifir oyunlarına girişmiş: “Bakın burada bana işaret ediliyor” demiş. Tanrı neler söylemiş Said-i Nursi ve kitabı hakkında… kimi yerde üçüncü bir kişi olarak işaret etmiş ve ayetlerinde şöyle demiş:
“Onun öyle bir nuru vardır ki, elektrik gibi ateş dokunmasa bile yanar ve çevresini aydınlatır.”
“Onunla başkaları nasıl bir olabilir ki, onu ölüyken dirilttik ve herkesin yolunu aydınlatan bir nur verdik ona.”
“Mutsuz olanlar, cehennemdedir. Said-i Nursi’ye gelince: O cennettedir.”
“Ey insanlar, Said-i Nursi’nin ve Risale-i Nur’un nurunu size verdik ki, o nurla yolunuzu aydınlatasınız.”
“Allah, Said-i Nursi’nin Sözler adlı Risalesi ile, ihkakı hak edecektir.”
“Said-i Nursi’nin ve Risale-i Nur’un karşısında olanlar, Said-i Nursi’de ve Risale-i Nur’da bulunan Nur’u ağızlarıyla söndürmeye çalışırlar. Oysa Allah bu Nur’u daha da parlatacaktır.”
“Kim Risale-i Nur’a yapışırsa, kopmasına imkân bulunmayan bir kulpa yapışmış olur.”
“Bu derin manaları, ancak Said-i Nursi ve onun gibi bilginler kavrayabilir.”
“Ey insanlar, size Rabbınızdan bir burhan geldi. Risale-i Nur geldi. Ve size açık bir nur indirdik.”
“Said-i Nursi ve onunla birlik olanlar öyle kimselerdir ki, onların nurları, önlerindekilere ve yanlarındakilere de saçılır.”
“Biz Kur’an’ı, Risale-i Nur’u Mü’minlere bir şifa ve Rahmet olarak indirdik.”
Kimi yerde de doğrudan doğruya seslenmiş ve şöyle demiştir:
“Ey Said-i Nursi, sana Fatiha gibi bir kitap verdik.”
“Ey Said-i Nursi, de ki Rabbın beni hidayete erdirdi ve doğru yola iletti.”
“Ey Said-i Nursi, senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter!” demiş.
Allah’ın ayetleriyle böyle buyurduğunu kim iddia ediyor? Tabii Said-i Nursi.
Peygamberimize hangi ayetlerle seslenilmiş ve Peygamberimiz hakkında neler buyurulmuşsa, Said-i Nursi’ye de öyle seslenilmiş ve öyle buyurulmuş.
Peygamberimize Kur’an-ı Kerim mi indirildi. Said-i Nursi’ye de Risale-i Nur indirilmiş, Peygamberimiz bir nur mu taşıyordu Peygamberliğe alamet olarak? Said-i Nursi de bir nur taşıyormuş. Peygamberimiz, aydınlanmaları için Mü’minlere Kur’an-ı Kerim’i mi gösteriyordu? Said-i Nursi de Risale-i Nur’u gösteriyor: Peygamberimiz, Kur’an-ı Kerim için: “-Bu benim değil, Allah’ındır” mı diyordu? Said-i Nursi de aynı iddiada bulunuyor; o da: “-Risale-i Nur, benim değildir. Ben de Risale-i Nur’dan ders alıyorum. Ben sadece Risale-i Nur’un bir tercümanıyım” diyor. Kur’an-ı Kerim şifa ve rahmet olarak mı nitelenir, ayetlerde. Said-i Nursi de aynı ayetleri alarak; bu ayetler, Risale-i Nur’un da şifa ve rahmet olduğunu anlatıyor.
Görülüyor ki, Said-i Nursi, açıktan peygamberliğini ilan etmiyor ama, en sahte peygamberden daha büyük bir sahtekârlıkla peygamberimizi taklit etmeye yelteniyor. Said-i Nursi ve kitabı hakkında Peygamberimiz ne demiş: “Sen de kitabın da, bir mücedditsiniz. Bir din yenileyicisiniz.”
Peygamberimiz aynen böyle dememiş ama, bu anlam çıkarılıyormuş. Kim bu iddiada bulunan? Yine Said-i Nursi.
Nerede kaldı “ihlas”?
Abdulkadir Geylâni ne demiş Said-i Nursi ve kitabı hakkında:
“Sen zamanın Abdulkadir Geylânisi olmalısın ey müridim Said-i Nursi!
“Ben Müridim Said-i Nursi’nin koruyucusuyum!
“Sakın korkma!
“Risale-i Nur’u oku ve herkese açıkla!”
Kim bu iddiayı ileri süren? Yine Said-i Nursi.
İmam-ı Rabbani ne demiş Said-i Nursi hakkında:
“İmam-ı Rabbani’nin mektuplarından o iki mektup, bana açıldı. Babamın adı Mirza olduğu için, Mirza Bediüzzaman’a mektup yazılı gördüm. Bu mektup bana yazılmış gibiydi.”
İşte İmam-ı Rabbani de bu şekilde işaret etmiş Said-i Nursi’ye, Said-i Nursi’nin babasının adı Mirza olduğu için, Mirza Bediüzzaman’a mektup diye yazmış. Bunu söyleyen kim? Yine Said-i Nursi.
Bir an için diyelim ki, bütün bunlar doğrudur. Yani Said-i Nursi ve Risale-i Nur, gerek ayetlerde, gerek hadislerde, gerek ulu kişilerin sözlerinde vardır ve gelecek insanlara haber veriliyor. Evet, bir an için haydi olabilir diyelim. Peki, Said-i Nursi, bunu herkese ilan etme gereğini neden duyuyor? Bir insan kendisini: “Bakın ey insanlar! Ayetlerde hadislerde, ulu kişilerin sözlerinde benden ve eserimden söz ediliyor. Ben ve eserim için nurdur, rahmettir deniliyor. Benim ve eserimin meziyetleri gelecek nesillere duyurulmak isteniyor” diye tanıtırsa, onda “İhlas” denen şey kalır mı? O adam, riyakâr, üstelik yalancı bir riyakâr olmaz mı? İşte Said-i Nursi böyle bir adamdır.
-
Risaleleri 50 sonrasında yazması ilginç geliyor. Tam da ABD nin Türkiye'de üs kurduğu yıllar. Zaten cıa tarafından yazılıp eline verildiği söyleniyor
-
Ucuz kahraman!
Peki, Said-i Nursi, Allah’tan, büyük günah işlemiş olmaktan korkmuyor mu? Allah’ın ayetlerini kendi keyfince nasıl yorumluyor? Peygamberimiz ve Kur’an-ı Kerim hakkında olan ayetleri, kendi ve kitabı hakkındaymış gibi nasıl gösteriyor? Kendini yüceltmek ve kutsallaştırmak uğruna, din düşmanlarının bile yapmaya cesaret edemedikleri bir şeyi yapmaya nasıl cüret edebiliyor? Sonra gerek Peygamberimizi, gerek ulu kişileri, sahtekârlığına nasıl alet ediyor? Bu kadar günahı nasıl işleyebiliyor?... diyeceksiniz.
Said-i Nursi’ye sorarsanız, o, bu kadar günah işlemeyi bir kahramanlık olarak gösterir size. Bakın ne diyor?
“Keramet sahibi kerametini yazmaz demişler. Ben de onlara cevap verdim ki, bu benim değil Risale-i Nur’un kerametidir. Risale-i Nur ise Kur’an’ın malıdır, Kur’an’ın tefsiridir… dedim.” (1)
Şu sözlerin acayipliğine bakın! İleri sürdüğü kerametler, kendi kerameti değil, Risale-i Nur’un kerameti imiş. Risale-i Nur da Kur’an’ın malıymış, Kur’an’ın tefsiriymiş. Kendi saçmalıklarını Kur’an’a mal etmek gibi, Kur’an’a karşı en büyük saygısızlığı gösteren bu adama sormak gerek: “Risale-i Nur dediğin saçmalıklar yüklü kitabın, aslında Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiri olamaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim, başından sonuna dek bir bütündür. Senin saçmalıklar dolu kitabın ise, yalnızca birkaç surenin ayetlerini tefsir eder. Bu tefsirler de ne hadislere, ne geçen müfessirlerin tefsirlerine, ne de bilim gerçeklerine uyar. Gerçek bu olduğu halde, diyelim ki senin kitabın da Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiridir. Peki, öteki tefsirlere karşı özelliği ve üstünlüğü nedir ki, bu kitabın birçok kerametleri olduğunu iddia ediyorsun; üstelik onu, Kur’an’a, Allah kelamına mal etmeye kalkıyorsun? Her rasgelen de aynı şeyi yapsa, senin gibi, yazdığı kitabını, birtakım kerametlerle ileri sürüp, Kur’an’a mal etmeye kalksa sonu ne olur, bu işin içinden nasıl çıkılır? Kitabını layık olmadığı mertebeye çıkararak, aslında kendini satmış olmuyor musun?”
Said-i Nursi, buna; büyük bir kahraman edasıyla şu karşılığı veriyor:
“Bu çeşit kerametler yazılmasaydı daha münasip olurdu. Fakat bu kadar sınırsız muarızlar, bu kadar çok ve güçlü düşmanlar karşısında az ve zayıf olan bizler’e, kuvve-i maneviye, gaybi imdat, yiğitlik, sebat ve metanet vermek için kesin bir mecburiyet oldu; ben de yazdım. Bu tutumum, benim benliğime, böbürlenme ve kendini satma biçiminde bir hâl verse ve benim manen düşüp yuvarlanmama (Dinden, imandan uzaklaşmama) yol açsa da, yine önemi yok; bu hizmet, yani iman ehlini mutlak dalaletten kurtarmak uğrunda, gerekirse hem dünya hayatımı, hem de ahiret hayatımı feda etmeyi, bir saadet bilirim. Binlerce dost ve kardeşlerimin cennete girmeleri için, cehennemi kabul ederim.” (2)
Gördünüz mü kahramanı?
Kendisini satmasının, kendisini ve kitabını kerametli göstermesinin nedeni, düşmanlar karşısında, taraftarlarına güç, sebat ve metanet vermekmiş. Taraftarlarını yiğitleştirmek istemesiymiş. Kendini ve kitabını överek böbürleniyormuş ama niyeti kötü değilmiş. İman ehlini dalaletten kurtarmak istiyormuş. Bunun için gerekirse, “Sukut” etmeye, yani iman ve din noktasından düşüp yuvarlanmaya bile razıymış. Dostları ve kardeşlerinin, yani Nurcuların cennete girmelerine karşılık, cehenneme girmeye hazırmış ve bunu bir saadet sayarmış.Ya dalalette olan sensen?
Bir kere; iman ehli olanların “dalaletten” kurtulmaları diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü “İman” ile “Dalalet” birleşemez. Yani, bir insan ya “İman” çizgisinde olur; ya “Dalalet” çizgisinde. Öyleyse; “İman ehli”ni “Dalalet”ten kurtarmak, emin bir caddede olan kimseyi, var olmayan bir uçurumdan kurtarmak gibi, hiçbir anlam taşımaz. Said-i Nursi’nin, “İman ehli olanlar”a seslenerek: “Hey ben sizi dalaletten kurtarmaya çabalıyorum!” demesiyle; herhangi bir kimsenin, ortada hiçbir tehlike yokken dosdoğru yollarında yürüyüp giden insanlara bağırıp: “Ey yolcular, ben sizi uçurumdan kurtarmaya çalışıyorum. Ne yapıyorsam bunun için yapıyorum. Bu uğurda her şeyi göze almaya razıyım” demesi arasında ne fark vardır? Kahramanlığın bundan daha ucuzu olabilir mi? Diyelim ki, birileri dalalettedir de, Said-i Nursi onları kurtarmaya yönelmiş bulunuyor! O zaman şunu sormak gerekir: İnsanları “dalaletten” kurtarma yetkisinin, Hazreti Muhammed’e bile verilmediği belirtiliyor. Kur’an-ı Kerim’de, hem de yalnızca bir ayette değil, birçok ayetlerde, birçok surelerde bu durum, açıkça ilan ediliyor. Bir ayetin anlamı şöyledir: “Ey Muhammed, sen istediklerini dalaletten kurtarıp, hidayete iletemezsin. Ancak Tanrı istediği kimseleri hidayete ulaştırabilir.” Bir ayette de şöyle buyuruluyor: “Allah kimleri dalalette bırakmışsa, yani kimler dalalette kalmayı hak etmişlerse, onları, Allah’tan başka kimse hidayete ulaştıramaz.” Durum böyleyken nasıl oluyor da Said-i Nursi, dalalette olanları kurtarma yetkisini ve gücünü kendisinde buluyor? Yoksa kendisini, Peygamberlerden, Hazreti Muhammed’den daha mı üstün görüyor?
Sonra Said-i Nursi, kendisinin dalalette olmadığını kesin olarak nasıl bilebiliyor da başkalarını kurtarmaya yelteniyor? Kur’an-ı Kerim’de: “Eğer kendiniz, hidayette iseniz, dalalette olanların durumlarından size zarar gelmez” buyurularak, sahte kurtarıcılık rolünde olanların küstahlıklarına meydan verilmezken; Said-i Nursi hâlâ bu küstahlığı nasıl yapabiliyor? Ve Said-i Nursi başkalarını kurtarmaya kalkarken kendini kurtarmayı neden düşünmüyor? Yani “Âhiret” diye bir şeyin varlığına ve cehennemin korkunçluğuna inanıyorsa; o ahiret hayatını nasıl “fedâ” ediyor? Korkunçluğuna rağmen, cehennemi nasıl göze alıyor? Tanrı’ya ve Tanrı’nın azabına meydan mı okuyor yoksa? Bu meydan okuyuşuyla “Küfr”e düşmüyor mu? Üstad, “Küfre Düşmek”ten falan korkmuyor. O, sadece “İman ehlini, dalaletten kurtarmaya” çabalıyor (!)
Kitabının kerametiyle yağmur yağdırır, depremleri önlermiş!
Said-i Nursi, yukarıda görüldüğü gibi; riyakârlık ettiğini, kendisini sattığını, gösteriş yaptığını itiraf ediyor kimi yerde. “Evet gösterişe sapmış, bu yüzden de, büyük günaha girmiş, sukutumu hazırlamış oluyorsam da, maksadım; kötü değildir.” diyor. Ama kimi yerde de gösteriş yaptığını inkâr ediyor. “İhlas” sahibi olduğuna, herkesi inandırmaya çalışıyor. Örneğin kitabında şöyle diyor:
“Bu işaretler, (yani Kur’an-ı Kerim’de, kendisinden ve kitabından söz ettiğini ileri sürdüğü ayetlerin işaretleri) ve evliyanın imalı haberleri remizleri, beni her zaman hamde, şükre, kusurlarımdan dolayı istiğfar etmeye sevk etti. Hiçbir zaman, hiçbir dakika, nefs-i emmareme övünme ve böbürlenme olacak biçimde bir benlik vermedi. Bunu size, gözleriniz önünde geçen yirmi yıllık yaşayışımla ısbatlarım.” (3)
Evet, yaşayışını ve yazdığı, yazdırdığı şeyleri göz önünde tutarak hüküm vermek gerek, ama bunu göz önünde bulundurduğumuz zaman; belki de gelmiş geçmiş insanların en riyakârı, en övüngen ve böbürgeni olan bir insan karşımıza çıkıyor. Kendine kutsallık verdirtmek için, Kur’an-ı Kerim ayetlerinde kendinin ve kitabının sözü edildiğini ileri süren bu adam değil mi?
Kendisini “Bediüzzaman” (Zamanın Harikası) diye tanıtan, ancak yüz yılda bir kez gelebilecek bir değer olarak ilan eden, sanki Cebrail’le konuşuyor da vahiy alıyormuş gibi “Bana ihtar edildi!”, “Burada sözüm kesildi, daha fazla yazmama izin verilmedi. Kalp istiyor ki, şu defineleri, şu gizli olan hazineleri, lem’aları göstereyim. Ama ne yapayım ki makam kaldırmıyor!” şeklindeki sözlerle kendisine olağanüstü nitelikler veren bu adam değil mi? Peygamberimizin hadisleriyle, Hazreti Ali’nin kasideleriyle, “Evliya”ların, ulu kişilerin sözleriyle; kendisinin ve kitabının, gelecek nesillere haber verildiğini iddia eden, iddiasını ispatlamak için de Cifir dalaverelerine girişen bu adam değil mi?
Peygamberimizde bile bulunmayan “Dalalette olanları kurtarma” yetkisi, kendisinde varmış gibi kurtarıcılık ve ucuz kahramanlık gösterilerinde bulunan bu adam değil mi? Kendisine ve kitabına hizmet etmeyi en büyük ibadet sayan ve bu hizmette kusur edenlerin “Şefkat tokatları” yediklerini anlatan bu adam değil mi?
Kendisini Peygamber, kitabını da Kur’an-ı Kerim mertebesinde gösteren sözleri ve şiirleri “Kabul ediyorum!” diyerek onaylayan bu adam değil mi? (4)
Kâtibinin yazdığı siyah mürekkebi beğenmediği için, bu mürekkebin birdenbire kırmızı bir renge girdiğini yazan bu adam değil mi? (5)
Kitabının kerametiyle; yağmurların yağdığını, yangınların, depremlerin ve öteki felaketlerin önlendiğini, kuşların, çekirgelerin etkilendiğini ve kitabının günahlara kefaret olduğunu, kitabı sayesinde mutlaka cennete girileceğini öne süren bu adam değil mi?
Kurşun tesir etmemiş!
Alim, hatta çok büyük âlim olmak için kitabını okumanın yeteceğini, kitabından ders alanların 1 yıl içinde zamanın en büyük, en hakiki bilgini olacaklarını, 5-10 yıl okumaya karşılık Nur medreselerinde 5-10 hafta okunduğu zaman aynı sonucun alınabileceğini ilan eden bu adam değil mi?
Kitabı daha yazılıp meydana gelmeden nice yıllar önce, köylülerinin (Nurs köyünden olanların), hatta köylerine yakın yerdeki kasabalıların, kitabın yazılacağını ruhen sezdiklerini ve bu yüzden böbürgen, gururlu davrandıklarını, aynı durumun 10 yaşındayken kendisinde de var olduğunu, kitabı sayesinde Nurs köyü ile bütün Kürdistan’ın “iftihar” ettiğini hikâye eden bu adam değil mi? (6)
Faytonla gezerken, 2-3 yaşındaki çocuklara bile etkide bulunduğunu ve bu çocukların, faytonun arkasından koştuklarını, elini öpmeye çalıştıklarını, çocuklar faytonun altına düştükleri halde kendilerine hiçbir şey olmadığını kitabında anlatan bu adam değil mi?
Dünya Savaşı sırasında kendisine 3 kurşun isabet ettiğini, üçü de öleceği yerine isabet ettiği halde hiçbir şey olmadığını, kurşunların tesir etmediğini böbürlenerek ifade eden bu adam değil mi? (7)Medreselerde ancak 10 yılda okunabilen ilimleri, 3-4 ayda harika biçimde okuyup öğrendiğini söyleyen ve yazan bu adam değil mi? (8)
“İngiltere’nin en yüksek bilim kurulu Şeyhülislâmlık’tan 6 soru sorup cevap istediğinde: 6 soruya, 6 kelime’yle, son derece beğenilen bir cevap verdiğini”, gerek Avrupa filozoflarına, gerek İstanbul Ulemasına ve gerek okulda yetişmiş herkese meydan okuduğunu ve herkese karşı üstün çıktığını anlatan bu adam değil mi? (9)
Bütün bunlara “övünme” ve “kendini satma” denmeyecekse; peki “övünme” ve “kendini satma” diye neye denir?İki yüzlü: ‘Eski Said’ ve ‘Yeni Said’
Evet, Said-i Nursi’nin yaşayışını, durum ve tutumlarını, yazdıklarını ve yazdırdıklarını gözden geçirdiğimiz zaman adam bu şekilde meydana çıkıyor ve tam bir riyakâr, övünme hastası ve gösteriş budalası olduğunu ortaya koyuyor. Onun kendisi istediği kadar inkâr etsin; istediği kadar: “Hayır ben ihlas sahibiyim!” desin, gerçek olan budur. Başka türlü söylemeye imkân var mı? Yaşayışını şahit gösteriyor; yaşayışı da, hatta kendisine ait her şeyi de, durumun böyle olduğunu, açık seçik ispatlıyor. Said-i Nursi ikiyüzlü bir kişidir. Ve ikiyüzlülüğünü, bir bakıma kendisi de itiraf eder. Çünkü Said-i Nursi, kimi yerde “Eski Said” diye söz eder kendisinden, kimi yerde de; “Yeni Said” diye söz eder. Kimi saçmalıklarının farkında olduğu zaman, “Bunu eski Said söylemiştir!” diye mazur göstermeye çalışır kendisini. Riyakârlıkları, yaptığı gösterişleri, siyaseti filan hep, “Eski Said’e mal eder. Ve bu şekilde sahtekârlıklarını hafifletmeye, kınanmaktan kurtulmaya çalışır. Kimi zaman da “Eski Said” diliyle konuşma ihtiyacını duyar. Anlattıklarım ve yazdıklarını, “Eski Said” hüviyetine girerek anlatır ve yazdırır. Kendisini mi övecek? “Eski Said diliyle derim ki…” şeklinde girer konuya, başlar kendisini göklere çıkarmaya. Siyasetten mi söz edecek? Ya da başkalarına çamur mu atacak? Yine “Eski Said”in diline başvurur, öyle anlatır anlatacaklarını, kısacası: Said-i Nursi’nin iki yüzü var. Bu yüzlerden biri: “Eski Said”, öteki de, “Yeni Said”dir. Said-i Nursi hangisine ihtiyaç duyarsa o yüzünü kullanır.
Kendinden menkul ‘general’!
Said-i Nursi, saf Müslümanlara kendisini “ihlaslı” olarak göstermek için çok çeşitli numaralara başvurur. Bakarsınız kitaplarında yer yer “ihlaslı olma”nın meziyetlerini anlatır, “ihlaslı olmak şöyle iyidir, böyle gereklidir” der. Hatta ihlasla ilgili başlı başına bir de Risale yazmıştır. İhlas Risalesi adını verdiği bu Risale’yi, Nurcuların çoğu ezberlemiştir. Ama bütün bunlar, riyakârlığı örtme çabasından başka bir şey değildir. Çünkü Said-i Nursi, belki de hiçbir riyakârın yapmadığı kadar kendini üstün göstermeye çalışmış, bunun için birçok şeyler uydurmuş ve yine bunun için birçok uydurmalara başvurmuş, keramet gösterilerinde bulunmuştur. Hatta Said-i Nursi’nin ihlasında bile “riyakârlık” ağır basar iyi dikkat edilirse.
Örneğin: Risale-i Nur’u kendisine değil de, Kur’an’a mal ederken, sanır mısınız ki, “ihlas”ından, alçakgönüllülüğünden bu tutumu gösteriyor? Elbette ki, hayır.
Kitabını Kur’an-ı Kerim’e mal ediyor ki, onu daha rahat göklere çıkarabilsin. Onun “gökten inmiş olduğunu” daha rahat söyleyebilsin. Ona daha rahat kutsallık verebilsin. Ona bir kere kutsallık verdirtmeyi başardı mı, artık kutsallık alma sırası kendisine gelecektir. Biliyor ki, kitabının kazanacağı üstünlükte kendisinin de payı olacaktır. Daha doğrusu, en büyük payı kendisi alacaktır. “Büyük Üstad” diye anılacaktır.“Bediüzzaman, zamanın harikası” diye anılmaya hak kazanacaktır. “Said-i Nursi Hazretleri” diye dillerde dolaşacaktır. Bu durumu, kendisi de itiraf etmek zorunda kalıyor. “Bir neferdim ama, Müşirlik Hizmeti görüyorum” diyor.
Yani aslında bir “Er”miş ama; sonradan “generallik” makamını almış. Nasıl almış bu makamı? Tabii, kitabının kutsallaştırılması yoluyla. Kim vermiş bu makamı? Tanrı mı? Tanrı’nın Said-i Nursi’ye manevi generallik rütbesini, ya da general yetkisini verdiğini kim bilebilir? Elbette ki, bilinemez. Öyleyse kim vermiş bu makamı Üstad’a? Bu soruya verilecek en uygun karşılık şu olabilir: “Generallik makamını, önce Said-i Nursi kendi kendine vermiş; sonra da Nurcular, onaylamışlar bu makamı.” Said-i Nursi’nin Risale-i Nur’u Kur’an’a mal etmesindeki amacı da işte budur.
-
RİSALE-İ NUR, NASIL BİR KİTAPTIR?
Turan Dursun
[Tüm yazıları]Risale-i Nur, gerçekte ilmi olmaktan çok uzak bir kitaptır. Neden derseniz:
Risale-i Nur’da ilmi hatalar, alabildiğine çoktur. Hemen her konusunda ilmi yanlışlığa rastlamak mümkündür. Hem din ilmi yönünden yanlışlıklar vardır; hem de müspet ilim yönünden. Birkaç örnek vermeyi faydalı görmekteyim: Sözler adlı risalenin “Onbeşinci söz” adlı bölümünde bir ayet ele alınıyor ve izah edilmeye çalışılıyor. Ayetin Türkçe anlamı şöyledir:“Andolsun ki biz, dünya göğünü, kandillerle süsledik ve şeytanlara birer taşlama kıldık onları.”
Sorumluluk meleklerde mi insanlarda mı?
Bu ayetin yorumu yapılırken şöyle giriliyor konuya:
“Ey kozmoğrafyanın ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen, şu âyetin büyük sırrını, o sıkışmış zihinde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semasına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir.”
Şeklinde yüksekten atan, üstelik bilimi ve bilim öğrenmeye çalışanları küçümseyen bir üslûptan sonra şunlar anlatılıyor:“Birinci basamak: Hakikat ve hikmet ister ki: Yer gibi, göklerin de kendisine göre sakinleri bulunsun. Şeriat dilinde bunlara melekler ve ruhaniyet adı verilir. Evet hakikat bunu gerektirir. Çünkü yeryüzü, küçük olduğu halde, canlı ve şuurlu yaratıklarla doldurulmuştur. Bu açıkça gösterir ki, ihtişamlı burçlar sahibi ve süslü saraylar durumunda olan gökler de, canlı ve şuurlu yaratıklarla doludur...
“Kâinatı, sayıya sınıra gelemeyen süslerle süslemiş ve sayısız güzelliklerle bezemiş olması, düşünenler ve takdir edenler ister, her güzellik bir âşık ister, yenen içilen şeyler, aç olanlara verilir. Oysa; yeryüzündeki insanlar ve cinler, şu sınırsız görevi yapmaya, bunca şeyleri ibretle incelemeye ve bu kadar geniş kulluk görevlerini yerine getirmeye yeterli değildir. İnsanlar ve cinler yeterli olmak şöyle dursun; düşünme ve yapma görevlerin milyonda birini ancak yerine getirebilirler. Öyleyse; bu sınırsız ve çeşitli görevlerin, ibadetlerin yerine getirilebilmesi için, sınırsız melekler ve çeşitli ruhaniyetler gereklidir.”
Birinci basamakta işte bunlar anlatılıyor. Burada özet olarak demek istenen şudur:
“Kâinatı düşünmeye, kavramaya, Tanrı’nın buyruklarını ve çeşitli görevleri yerine getirmeye, insanlar ve cinler yetmez. Bunun için, başka varlıklar da gereklidir. İşte bu varlıklar, melekler ve ruhaniyetlerdir.”Bu anlatış biçimi, ne akla uyar ne de dine uyar. Neden akla uymadığı açıktır. Hiçbir akıl, meleklerin ve ruhaniyetin varlığına bu yolla ulaşamaz. Bu, bir. İkincisi, dünyamızdaki şuurlu yaratıkların dışında, görev ve sorumluluk yüklenecek varlıklar bulunacağını akıl kabul etmez.
Melekleri ve ruhaniyetleri bu şekilde ispat etmeye kalkmanın neden dine uymadığına gelince:
Kur’an-ı Kerim’de, Tanrı’ya ibadet için yalnızca insanlar ve cinlerin yaratıldığı belirtilir; yani ibadet sorumluluğu, yalnızca insanlara ve cinlere yöneltilir. Bütün sorumlulukları (emaneti) yüklenen varlığın da insan olduğu açıklanır. Bir ayetin anlamı şöyledir:
“Biz görevlerin sorumluluğunu (Emanet’i), göklere, yeryuvarlağına, dağlara (Her şeye) sunduk. Ama bunlar, sorumluluğu yüklenmekten kaçındılar. Korktular. Sorumluluğu, insan yüklendi.”Demek ki, düşünme, kavrama ve görev yapma sorumluluğu altında bulunan, melekler, ruhaniyeti olanlar falan değil; yalnızca insandır; insanoğludur.
“Melekler yok mudur?” diyeceksiniz. Elbette vardır. Ama ispatı, bu kitaptaki gibi yapılamaz. Bu ispatın, hiçbir ilmi, akli ve dini değeri olamaz. Bu ispat biçimi, hiçbir şeye değil, olsa olsa “işkembeye” dayanır. “İşkembe”den rastgele atılmadır bu. Üstelik bu ispat biçimiyle, meleklerin varlığı konusunda kalplere şüphe bile düşürülebilir. Çünkü bir ispat biçimi, inandırıcı olmazsa, ispat edilmeye kalkılan şeyle ilgili olarak zihinler bulandırılmış olur. Kaş yapalım derken göz çıkarılmış olur. “İnsanlar, cinler ibadet için kâfi gelmiyormuş da, meleklerin vb.nin varlığı o yüzden zaruri imiş.” Bunu hangi mantık kabul eder? Böyle bir iddiaya karşılık demezler mi ki; “Tanrı kendisine ibadet edilmesine o kadar muhtaç mıdır? O kadar mı ihtiyacı vardır ki, bir kısım varlıklar ibadet etmeye yetmiyor da, başka varlıkları yaratmak zorunda kalıyor?”
Gerçekte, ibadet eden hiçbir varlık olmasaydı bile, yine Tanrı ihtiyaç duymazdı. Çünkü O, ihtiyaçlı olmaktan aridir. İnsanları, ibadetlerine muhtaç olduğu için değil; istediği için (öyle murad ettiği için) yaratmıştır. İbadet sorumluluğunu insanoğluna vermiştir ama, ihtiyaç duyduğu için vermemiştir. Öyle dilediği için vermiştir.
Said-i Nursi’nin astronomi bilgisinin düzeyi
Öteki “Basamak”larda da aynı soydan saçmalıklara, yanlışlıklara bol bol rastlanır.
“İkinci basamak”ta bakın ne bilgiçlikler taslanıyor:“Zemin ile gökler, bir hükümetin iki ülkesi gibi, birbiriyle ilgilidirler. Aralarında önemli bağlantılar ve işlemler vardır. Yeryüzüne gerekli olan ışık, sıcaklık ve bereket gibi şeyler, gökten geliyor, yani gönderiliyor... Melekler de gökten yeryüzüne geliyorlar. Gözle görülür gibi kesinlikle anlaşılıyor ki; yeryüzündekilerin göklere çıkmaları için bir yol vardır. Evet nasıl herkesin akılı, hayali, bakışları göğe gidiyor. Onun gibi ağırlıklarını bırakan peygamberlerin ruhları, velilerin ruhları, ölenlerin ruhları, Tanrı izniyle oraya giderler. Elbette temsili bir ceset giyen ve ruhlar gibi hafif olan dünyalılar da, havaya göğe gidebilirler.” (10)
Kitapta bu sözlerle ne anlatılmak istendiği belli değil. Ama şöyle özetlenebilir:
“Gökle yer arasında bir bağlantı var. Onun için göktekiler, yeryüzüne, yeryüzündekiler de göklere çıkabilirler. Yalnız göklere çıkabilmek için - ruhlar gibi hafif olmak gerekir.”
Bu ileri sürülenlerin ciddilikten ne kadar uzak olduğunu belirtmeye gerek var mı? Yerle gök arasında bir bağlantı, gidilip gelinebilecek bir yol varmış. O yoldan gidilirse ve ruhlar gibi de hafif olunursa, göğe çıkabilirmiş. Önce sormak gerek: Gökle kastedilen nedir? Uzay mı, ay mı, güneş mi, yıldızlar mı?Kitapta, “Gök”le “Yer” “bir hükümetin, iki ülkesine” benzetiliyor. Bu ne biçim benzetmedir? Uzayda, küçük bir yer yuvarlağı bir yana, öteki gezegenler, sayılmayacak kadar çok ve büyük olan yıldızlar, güneş bir yana konulup nasıl iki ülkeye benzetilebilir? Gerçek o ki; Said-i Nursi’nin kafasında “Gök” diye bir varlık biçimlenmiş. O da tutmuş, dünyayı bir yana; o mevhum varlığı da bir yana koyup karşılaştırmış ve bunları bir hükümetin iki ülkesine benzetmiş; ne yapsın, adamın uzay konusunda ve uzayda nelerin bulunup bulunmadığı hakkında bir bilgisi yok ki, böyle bir benzetmenin komik olacağını kavrayabilsin de kitabına koymasın.
Sonra yine sormak gerek: “Yerle gök arasında bir bağlantı olduğunu, gidilip gelinebilecek bir yol bulunduğunu, bu yoldan göğe çıkılabileceğini, ama bunun için ruhlar gibi hafif olmak gerektiğim” ileri sürüyorsun. Peki göklere yükselen uzay araçları fırlatılıyor. İnsanlar belirli araçlarla uçuyor. Aya çıkıyor, öteki yıldızlara çıkmaya çalışıyor. Bunlar gökle yer arasında bulunduğunu ileri sürdüğün yoldan mı çıkıyorlar ve ruhlar gibi hafif oldukları için mi çıkabiliyorlar? Said-i Nursi bir gün aya çıkılabileceğini ve öteki yıldızlara çıkmak için de hazırlıklara girişileceğini nereden bilecekti? Evet bunu bilemezdi ama; ukalaca iddialar ileri sürmemeye dikkat etmeyi de bilemez miydi?
Gökyüzü masalları
Kitabın örnek olarak verdiğimiz bölümünün “üçüncü basamağı”nda da şunlar yazılı: “Göğün sükut ve sükûneti, düzeni ve düzgünlüğü, genişliği ve aydınlık oluşu gösterir ki; göğün sakinleri, yerin sakinleri gibi değildir. Göğün bütün ahalisi, itaatlidirler. Ne buyurulursa onu yaparlar. İtişip kakışmayı, kavga ve tartışmayı gerektiren bir durum yoktur orada. Çünkü göklülerin ülkeleri geniş. Yaratılışları temiz, kendileri suçsuz, makamları sabittir. Ama yeryüzünde zıtlar toplanmış. Şerliler, hayırlılara karışmış. Onun için içlerinde tartışmalar başlamış. Çelişmelere, çekişmelere düşülmüş. Sınavla, yarışlar olmuş. Bu yüzden ilerlemeler ve gerilemeler ortaya çıkmış...”
“Bu satırları okuyanlardan kimileri, belki de ilk bakışta “bunları yazan adam, ne bilgili bir adammış” derler. Zaten Said-i Nursi de böyle densin diye, ne akılda ve bilim alanında, ne de dini kaynaklarda yeri olmayan bu deli saçmalarını birer hikmetmiş gibi yazmış kitabına.
Mantığa bakın siz!..
“Göklerde düzen ve düzgünlük varmış da, onun için gökte olanların itaatli olmaları gerekirmiş.” Başka bir deyişle: “Göktekilerin itaatli oluşları, göklerin düzenli ve düzgün oluşundan ileri geliyormuş.”
Şimdi soralım: Göklerin yaratılışında düzen ve düzgünlük var da dünyanın yaratılışında bu yok mudur? Yeryüzünde bulunan canlı ve cansız yaratıkların hepsinde; oluşlarında, biçimlerinde, hatta en küçük zerrede, bir atomda akıllara durgunluk veren bir düzen bulunmuyor mu? Öyleyse göklerin özelliği nedir?
Sonra şu saçmalığa bakın:
“Gökler geniş bir ülkeymiş de onun için göklüler, anlaşmazlığa düşmüyorlarmış.” Yani, gökler o kadar geniş olmasaymış, bir de göktekiler masum ve temiz olmasalarmış, onlar da dünyalılar gibi anlaşmazlıklara düşerlermiş. Çocuklara anlatılan masallar bile bu kadar ciddilikten uzak değildir, denebilir.
Said-i Nursi’nin savaşçı Tanrı’sı
Gelelim “dördüncü basamak”a. Bakalım bu “basamak”ta ne bilgiçlikler taslanmış:
“Yüce Allah’ın türlü hükümleri, çeşitli unvanları ve adları vardır. Mesela: Peygamberin arkadaşları safında, kâfirlerle savaşmak için melekleri göndermesini gerektiren ad ve unvanı hangisiyse, o ad ve unvan gerektirir ki; meleklerle şeytan arasında savaş bulunsun. Ve göklerin hayırlıları ile, yerlerin şerlileri arasında savaş olsun. Yüce Allah, bir emir ve bağırışla onları yok etmiyor, ‘herkesin rabbı’ unvanı, ‘hakim’ ve ‘müdebbir’ adlarıyla bir sınav ve karşılaşma alanı açıyor...”Kısacası: “Yüce Allah’ın unvanı ve adları dolayısıyla: Melekler ve şeytanlar arasında savaş olması gerekiyormuş.”
Peki ama, Yüce Allah’ın savaşı gerektiren adı ve unvanı var da barışı gerektiren ad ve unvanı yok mudur?
Sonra mademki işi yapan, eyleyen Tanrı’nın kendisi değil de, adları ve unvanlarıdır; öyleyse bir ad ve unvan bir türlü, bir başka ad ve unvan da başka türlü şey gerektirirse durum ne olur? Her şey altüst olmaz mı? Üstelik Tanrı’nın ad ve unvanları arasında da çatışma meydana gelmez mi? Şu soru da akla gelebilir: Savaşı gerektiren Tanrı’nın ad ve unvanları ise, savaşın sonu gelir mi? Elbette ki, sonu gelmez. Çünkü Tanrı’nın ad ve unvanları hiçbir şekilde ve hiçbir zaman kaydıyla sınırlanamaz, sonu gelmeyen bir savaş, nasıl bir imtihan vasfını alabilir? Üstelik Tanrı’nın ad ve unvanları meleklerden yana olduğuna göre, savaştan meleklerin galip, şeytanların yenik çıkmalarından başka bir ihtimal düşünülemez. Öyleyse bu savaşa nasıl bir sınav anlamı verilebilir? Böyle adaletsiz bir yarışma sınavı olabilir mi?
“Kur’an’ın yirminci yüzyıldaki en büyük tefsiri”ne bakın!
Şimdi de “beşinci basamağa” bakalım:
“Mademki, yerden göğe, gidip gelme var. Gök’ten de yere inip çıkmak oluyor. Yerin önemli malzemeleri oradan gönderiliyor. Ve mademki temiz ruhlar göklere gidiyorlar. Öyleyse pis ruhlar da temiz ruhları taklit ederek gök ülkesine gitmek isteyecekler. Çünkü vücutça, onlar da hafiftirler.”
“Altıncı basamak”ta, “yukarı çıkmak isteyen kötü ruhların, hattâ insanlar ve cinlerin üzerine ateşli demirler ve dağlar büyüklüğünde yıldızlar atılacağı”, “yedinci basamakta” da “göklerde nöbetçiler ve bekçiler bulunduğu, bu nöbetçi ve bekçilerle, kötü ruhlar şeytanlar arasında çetin savaş olacağı” anlatılır.
Sayfalar dolusu boş sözler, ağdalı, muğlâk ifadeler, mantıksız ipsiz sapsız şeyler niye mi sıralanır? Ayetin hikmetlerini açığa çıkarmak için değil, Said-i Nursi’nin kendisi de belki az çok bilir ki; bu deli saçmaları ayetin hikmeti olamaz. Bunların sıralanışındaki tek amaç: Yazarının, çok “âlim” bir kişi olduğu hissini vermektir. “Bunları yazan ne büyük bir âlimmiş, neler biliyormuş!..” desinler diye yazılmıştır bunlar.
Risale-i Nur’un hangi risalesini ele alırsanız alın, hepsinde hemen hemen birbirinin aynı olan bölümlere ayrılmış böyle deli saçmalarıyla karşılaşırsınız. Bunun adı da: “Kur’an’ın yirminci yüzyıldaki en büyük tefsiri” oluyor. Ve bu deli saçmaları da “Kur’an’a mal ediliyor.”
-
Said-i Nursi’nin iktisat bilgisi
İktisat Risalesi diye bir risale vardır. Acaba çağımızın iktisat bilimi mi? Hangi iktisat anlatılıyor bu risalede acaba?
Bu risalenin, öyle ilimle falan ilgisi yoktur. Gene Said-i Nursi’nin o dar ve saçmalıklar imal eden kafasından doğma şeyler bulursunuz bu risalede. Örneğin bu risalede; tatma duyusu, bedenin kapıcısı; mide de bedeni yöneten bir efendi olarak gösterilir. Yani bedeni beyin değil de, mide yönetirmiş Said-i Nursi’ye göre!.. Yine Said-i Nursi’ye göre; bedende bir ihtilale meydan vermemek için kapıcı durumunda olan tat alma duyusunun bulunduğu yere, yani ağza pek tatlı gelecek şeyler vermemek gerekirmiş. Fazla bahşiş alırsa, ihtilalcilere yol verirmiş, o zaman da bedende ihtilal meydana gelirmiş. Onun için baklava gibi tatlılar yerine, peynir, yumurta gibi şeyler yenmeliymiş. Tatlının vereceği gıdadan daha fazlasını başka maddeler de sağlarmış, üstelik tatlı olmayan şeyler yenirse, fiyatları daha az olduğu için daha “iktisatlı” olurmuş. Her ne durumda olunursa olunsun, “tat alma duyusu”na hoş gelecek şeyler vermemeye son derece dikkat edilmeliymiş. Ona hoş gelen şeyler verilirse, hem bedende ihtilal meydana gelirmiş, hem de insanı “iktisat”tan ayırırmış. Ama kişi eğer, “ermişlik” derecesine varmışsa, o zaman çok lezzetli yemekler de yiyebilirmiş. Üstad, buna bir de delil gösteriyor, şöyle bir hikâye anlatıyor:
“Abdülkadir Geylâni’nin müritlerinden bir genç varmış. Bu genç yaşlı bir annenin tek oğluymuş. Annesi onun üzerine titrermiş. Gelin görün ki, genç; ‘riyazet’ yaparmış. Yani kendine eziyetli bir yaşayış biçimi uygularmış. Az yermiş, az içermiş. Bile bile sıkıntılara girermiş. Bu yüzden çok zayıf düşmüş. Annesi dayanamamış bu duruma. Kalkmış, Abdülkadir Geylâni’ye durumu anlatmaya gitmiş.
“Abdülkadir Geylâni’nin huzuruna varınca, kadıncağız şaşırmış. Bakmış ki, oğluna ‘riyazet’ yapmasını buyuran zatın önünde bir tavuk kızartması var. Ve şeyh iştahlı iştahlı tavuk yiyor. Kadın hemen bir çıkışta bulunmuş: Bu nasıl şeydir ki sen oğlumun riyazet yapmasını söylerken ve oğlum evde kuru ekmek yerken, kendin tavuk kızartmasıyla besleniyorsun? demiş. Kadın daha sonra, oğlunun açlıktan ölmek üzere olduğunu anlatmış Abdülkadir Geylâni’ye.
“Bunun üzerine Abdülkadir, yemekte olduğu tavuğa: ‘Ey tavuk kalk ayağa!’ diye seslenmiş. Tavuk ayağa kalkmış. Şeyh böylece kerametini göstermiş. Ardından da şöyle konuşmuş:
“Senin oğlun da bu dereceye gelirse, o da kızarmış tavuk eti yemeyi hak edebilir.” (11)
İşte Said-i Nursi! İktisat Risalesi adını verdiği kitapta bunlar anlatılıyor. Bu saçmalıkların adına “İktisat” diyor Nursi!Bu saçmalara göre: İnsan “ermişlik” derecesine varıncaya dek “riyazet” yapacak, kendine eziyet edecek. Tatsız ve kuru şeyler yiyecek. Böylece, tat alma duyusunu körletecek. Dolayısıyla da beden ihtilalcilerine meydan vermemiş olacak. Ama ne zaman ki “ermişlik” derecesine varmış; işte o zaman her çeşit besini alabilir. Kızarmış tavuğa kadar her besinden yararlanabilir. Elverir ki, “keramet” gösterecek dereceye ulaşsın.
Demek ki, bu dereceye ulaşıncaya dek, insanlar “riyazet” hayatı yaşayacaklar. “Bir lokma bir hırka” yaşantısı içinde bulunacaklar.İşte Said-i Nursi’nin Risale-i Nur’da ortaya koyduğu “ilim”ler bu soydandır.
Şimdi düşünelim; bu anlatılanların, yani Risale-i Nur’da yer alan bu safsataların, akılla “ilim”le bağdaşır yanı var mıdır?
Tanrı buyurmuş mudur ki:
“Siz ermişliğe ulaşıncaya ve keramet gösterecek dereceye varıncaya kadar, bedeninizin muhtaç olduğu besinleri almayacaksınız. Ağzınıza tatlı bir şey koymayacaksınız!”
“İlim” demiş midir ki:
“Tat alma duyusuna hoş gelecek bir şey koymayın, yoksa bedenin ihtilalcilerinden rüşvet alır; bedeninizde ihtilal meydana gelir. Yani tatlı şeyler yemeyin! Yoksa sağlığınız bozulur!”
“İlim” yoksa şöyle mi demiştir?
“Vücudunuzun birçok besine ihtiyacı vardır. Bu besinlerden ihtiyacı kadarını sağlamazsanız vücudunuz zayıf düşer. Yani yetersiz bir beslenme, vücudun zayıf kalmasına yol açar. Hatta onunla da kalmaz, ruh sağlığını zedeler.”
Evet “ilim” bunlardan hangisini söylemiştir? Elbette ki, Said-i Nursi’nin Risale-i Nur’da ileri sürdükleri gibi söylememiştir.Demek ki, Said-i Nursi’nin “ilim” dediği şeylerin, ilimle hiçbir ilgisi yoktur. Kendi kafasının “imal” edip ortaya koyduğu, kimi zaman da şuradan buradan derlediği saçmalıkların adına “ilim” demiş ve Müslümanlara o şekilde yutturmaya kalkmıştır.
Çok yazmak ilmîliğe delil olur mu?
Risale-i Nur’un ilimle filan hiçbir ilgisi olmadığı halde, bazı Nurcular, bu saçmalıklar sepeti olan kitabı “ilmî” diye göstermek için, büyük bir çaba göstermişlerdir. Ama sonunda bir delil ortaya koyabilmişler midir?
Delil diye ortaya koydukları şeyler vardır. Ama, hiçbirinde en küçük ciddilik yanı yoktur. Dilerseniz bir örnek verelim:
Nurcuların “çokbilmiş”lerinden bir Eşref Edip var. Aslında bu adamın Nurculuğu savunurken bile samimi olduğu şüphelidir. Eşref Edip, “Risale-i Nur, muarız yazarların isnatları hakkında ilmi bir tahlil” adlı bir kitabında, Risale-i Nur’un “ilmi”liğini (!) ispatlamak için bakın nasıl bir delil ileri sürüyor:
“Merhumun ilmi kudretini gösterecek 130 parça eseri vardır. Bu eserlerde dini, ilmi mühim meseleler mevzuubahis olmuştur. Ez cümle; Kur’an-ı Kerim’in nazım cihetinden kırk veçhile mucize olduğu (işaratül’i caz), Peygamber-i İslâm’ın Hak Peygamber olduğunun 300’den fazla delil ile isbatı (19. mektup), Haşrin ve Âhiretin tahakkukunun ilmen isbatı (10. Söz), âlemin ve insanın yaratılışının hikmeti (11. Söz), şuunatı ve tasarrufat-ı ila hiyyenin külli sıfatlarının tecelliyeti (16. Söz), İnsanı esfel-i safilinden, Âla-i Illiyyin’e sundu, muhatabı ilâhî mertebelerine erişti, Ahsen-i takvim sırrına mazhariyeti, (23. Söz), beyan ve belagat-ı Kur’aniyye’nin harikuladeliği, (25. Söz), Mütekillimin uleması arasındaki münakaşalı meselelerin halli, (26. Söz), istihad’ın kimler tarafından yapılabileceği (27. Söz) cennet ve cehennemin isbatı (28. Söz), nefs-i natıkanın mahiyet ve hakikati, atomun eski adı zerrenin faaliyet ve icraatı (30. Söz), miracı nebeviyenin hakikati, Semere ve faydaları (31. Söz), kâinatın sırları (32. Söz), vahdaniyet-i ilâhiyye (33. Söz)... daha bunun gibi yüzlerce ilim ve dinî bahisler... Bu bahisler, yüksek dinî ve ilmî meselelerdir. Din ilmi hakkında ancak yüksek vukufu olanlar bu meselelerde kalem yürütebilirler. Onun ilmi hakkında tarizde bulunanlar, bu ilimlerin elifinden bile haberleri yoktur; o sadece cehil içindedirler..” (12)
Şimdi bu ileri sürülenler üzerinde şöyle bir düşünelim:
Bir insanın, 130 parça eser yazmış olması, bu eserlerde şu ya da bu konulara yer vermesi; o insanın ilmi kudretini ve eserlerinin de ilmiliğini ispat eder mi? Bu soruya kimse “Evet” diye karşılık veremez. Vermez çünkü; şu kadar, bu kadar sayıda eser yazılmış olması değil; eserlerde anlatılanların doğruluğu, gerçekliği, ilmiliği, yazarının ilmi gücü hakkında bir fikir verebilir ve ancak bu şartla, eser için “ilmidir” denebilir.
Nursi’nin eserlerindeki şeyler saçma sapan şeylerse, ele aldığı konuları ağzına yüzüne bulaştırıyor, bir sürü bozuk cümleler içinde ipsiz sapsız şeylerden başka hiçbir şey yazılmıyorsa; o adamın ilmi kudreti olduğuna ve eserlerinin de ilmiliğine nasıl hükmedilebilir?Said-i Nursi denen adam, birçok parça eser yazmıştır. Ama bu eserlerin içinde, ne ilme ve ne de akla, mantığa uygun şeyler yazılıdır. Hemen hepsi, dar görüşünün ve küçücük kafasının ortaya koyduğu, ya da menfaat ortaklığı eden Nurcuların “imâ” ettiği şeylerdir.
Üstelik; 130 parça denen eserlerin hepsi, birbirinin tekrarı gibidir. Tekrarları ayıklasanız, kalınca iki kitap bile meydana gelmez.
Ele alınan konular, şunlarmış, bunlarmış. Onun için “ilmî” demek gerekirmiş. (!)
Kuran’dan başka kitap bulundurmayan kişi ‘ilmî’ olur mu?
Eşref Edip’in, Risale-i Nur’larda var olduğunu yazdığı konuları okudunuz. İzin verirseniz burada şöyle bir soru soralım:
Said-i Nursi kitaplarının birçok yerlerinde; eserlerini yazarken, yanında sadece bir Kur’an-ı Kerim bulundurduğunu yazar. Yanında Kur’an-ı Kerim’den başka hiçbir kitabı bulundurmayan bir kimse çok önemli şeyler içine alan bir ya da birçok eser yazarsa; bugünün ilim dünyasında, böyle bir esere, ya da eserlere “ilmî” denebilir mi? Elbette ki, denemez. Hatta yazar, ele aldığı konuların uzmanı, mütehassısı bile olsa yine denemez. Örneğin: Kur’an-ı Kerim’i ve İslam ilimlerini çok iyi bilen bir tıp doktoru, yanında araştırma ve incelemeyi gerektiren hiçbir malzeme ve hiçbir kitap bulundurmasa da, yalnızca Kur’an-ı Kerim’e bakarak tıp alanında bir ya da birkaç eser yazmaya kalksa, bu doktorun yazacağı eserler, ciddi bir değer taşıyabilir mi?
Öyleyse Said-i Nursi’nin, Kur’an-ı Kerim’den başka bir eser bulundurmadığı halde, örneğin, atom konusunda yazdığı şeyler nasıl ciddi olabilir?
Eşref Edip de biliyordur ciddi olmadığını, ama menfaati için bilmezlikten geliyor ve ciddi olmayan şeylere kendini zorluyor.
Bu kitapçıkta imkân bulsaydık ve sabrınızı da kötüye kullanmaktan kaçınmasaydık; Said-i Nursi’nin zerrelerden, Eşref Edip’in yanlış deyimiyle ‘atom’dan söz ederken, neler saçmaladığına örnek verirdik. Burada, ama çok uzun, üstelik akıl ve mantıktan uzak şeyleri okumaktan sıkılıp, belki bırakıp geçecektiniz.
Cifir saçmalıkları
Saçmalıklarla yüklü olan Risale-i Nur’a, ilmilik yanında, kutsallık da vermek için Cifir oyunları yapıldığını, yani harflerden anlam çıkarma yoluna gidildiğini, daha önceki bölümlerde gördük. Harflerden anlam çıkarma işi, nasıl ortaya çıkmış, kimler tarafından icat edilmiştir? Geçmişte bununla kimler uğraşırdı? Bu iş, dinimize uygun mudur? gibi soruların karşılığını bulmaya çalışacağız.
O zaman Said-i Nursi’nin bu konuda kimlerin izinden gittiğini ve böyle bir yola başvurmakla haklı olup olmadığını daha iyi anlamış oluruz.
Harflerden anlamlar çıkarma ve yorumlar yapma işine Hurafilik denir tarihte.
Hurafilik, tarihçi İbn-i Haldun’a göre büyücülük ve tılsımcılıktan doğmuştur. Kökü, Yahudi uydurmalarına kadar gider. (13)Prof. Fuat Köprülü de, Hurafıliğin doğmasında, Yahudiler tarafından ortaya atılan akımların en başta rol oynadığına işaret eder. (14)
Hurafilik akımı, kimi eserlere göre bir tarikat, kimi eserlere göre de bir mezhep olarak ortaya çıkmıştır. Bunun kurucusu da; Horasan’ın Esteraâbâd kasabasından Fazlullah-Un-Naimi adında biridir. Ve 14. yüzyılda yaşamıştır.
Esterabad’lı Fazlullah, “Allah ve Kâinat’ın kendi zatında tecelli ettiğini” ileri sürmüş ve yeni bir Peygamber ilan etmiş kendisini. Yani, “En son Peygamber benim!” demiş. Tabii önceleri kapalı biçimde söylemiş, ortamı bulunca da peygamberliğini açıkça duyurmuş herkese.
Bu adam, peygamberliğini çevresine aşılamak için, Kur’an-ı Kerim ayetlerinden de yararlanma yoluna gitmiş.
Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de bir (Fazl) kelimesi mi geçiyor? “İşte o benim!” demiş adam ve böylece “fazl” kelimesinin geçtiği bütün ayetleri kendi hakkında yorumlamış.
Bu noktada Said-i Nursi’yle, Fazlullah arasında büyük bir benzerlik vardır. Çünkü Said-i Nursi de Kur’an-ı Kerim’de gördüğü “Said” kelimelerini kendisiyle ilgili göstermiş; böyle yorumlamıştır.Peygamberliğini ilan eden Hurafıliğin kurucusu Fazlullah’a ve ona inananlara göre; Tanrı, Peygamberlere değişik sayıda harf vermiştir. Örneğin; Hazreti Adem’e 9, Hazreti İbrahim’e 14, Hazreti Musa’ya 22, Hazreti İsa’ya 24, Hazreti Muhammed’e 28 ve Peygamber diye tanıttığı kendisine de 32 harf verilmiş Allah tarafından.
Hurafiler, ayetlerin harflerinden birtakım zorlamalarla sayılar çıkarırlar. Özellikle de 28 ve 32 sayılarının çıkmasına dikkat ederler; yorumlarını da ona göre yaparlar. Ayetlerden başka şeyleri de bu biçimde değerlendirirler. Örneğin; Kelime-i Şehadet’i, Namaz’ı, Oruç’u, Hacc’ı, Zekât’ı da, çıkardıkları sayılarla yorumlamaya çalışırlar. Hatta insanın yüzünü anlatırlarken de sayılara başvururlar. İzniniz olursa bir örnek verelim:
Derler ki: İnsanın yüzünde, anadan olma 7 çizgi vardır: 4 kirpik, 2 kaş, 1 saç. 7 de babadan gelen çizgi vardır. 2 çene kılları, 2 bıyık, 2 yanaklardaki kıllar, 1 de alt dudaktaki kıl. Hepsi 14 eder. Bunları iki “Yön”le çarpmak gerekir. İki yönden biri “Hâl=Cisim”, öteki de “Mahal-Yer”dir. 14, 2 ile çarpılınca da 28 sayısı meydana gelir.
Bu gülünç anlatımlarla varılmak istenen amaç, bir yorum yapmaktır. Yani kendilerine göre, bir yorum yapabilmek için bu kadar oyunlara, sayı bulma çabalarına girişirler.
Hurafılik, fıkıh ve usul-u fıkıh kitaplarının çoğunda, “Haram” olan bilgilerden, sakıncalı çabalardan sayılmıştır. (15)Üstelik hurafıliğin, akıl ve bilim yönünden de hiçbir değeri olmadığı, hemen bütün İslam düşünürleri ve bilim adamlarınca ortaya konulmuştur.
Böyleyken Said-i Nursi hurafılik yolunu tutuyor, harfler ve sayılar yoluyla Kur’an-ı Kerim ayetlerini yorumluyor; aynı şeyi bazı eserlerde bulduğu cümleler için yapıyor ve “Cifir yoluyla bu yorumları yapıyorum, bu ilmi bir yoldur” diyor.DİPNOTLAR
- Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî (Arap harfleriyle teksir), s.4.
- Aynı kitap, s.4-5.
- Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî (Arap harfleriyle teksir), s.45.
- Said-i Nursi, El Hüccet-üz-Zehra, s.138-139; Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî (Arap harfleriyle teksir), s.588-493.
- Aynı kitap, s.20.
- Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, s.46-48.
- Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî (Arap harfleriyle teksir), s.151-153.
- Aynı kitap, s.163-164.
- Said-i Nursi, Lem’alara Risalesi, s.162-163.
- Said-i Nursi, Sözler Risalesi, s.145.
- Said-i Nursi, İktisat Risalesi, Sinan Matbaası, İstanbul, 1959, s.24-27.
- Eşref Edip, Muariz Yazarların İsnatları Hakkında İlmi Bir Tahlil, Şebilürreşad Neşriyatı, İstanbul, 1965, s.25.
- Terceme-i İbni Haldun, Daı-tu-tıbba Matbaası, Mısır, 1270, s.399-404-555.
- İbni Abidin, Ahbek Matbaası, İstanbul, 1294, c.l, s. 14; El-eşbah Vennazâir, Matbaa-i Hüseyniyye, Mısır, 1322, s.153.
- El-Eşbah Vennazâir, Matbaa-i Hüseyniye, Mısır, 1322, s.153.
-
@hulk Siyonistler CIA tarafından yazdırılmış, bu herif de kendini birşey sanmış.
O risaledeki amaç halkı bir lokma bir hırkaya razı etmek. Halka içinde yaşadığı sefaleti normal göstermektir. Böylece elinde fazla ne varsa daha kolay alabilirsin.
-
@kâfir-imam, içinde söyledi: "Bir Türk öldürmek yetmiş gavur öldürmekten daha üstündür."(Kürtçü Sait)
@hulk Siyonistler CIA tarafından yazdırılmış, bu herif de kendini birşey sanmış.
O risaledeki amaç halkı bir lokma bir hırkaya razı etmek. Halka içinde yaşadığı sefaleti normal göstermektir. Böylece elinde fazla ne varsa daha kolay alabilirsin.
Evet öyle bir rivayet var. Amerikalılar yazıp bunun eline tutuşturmuş olabilir.
İşin trajik olan yönü ise, bu "kürtçü"lüğü su götürmez şahsın, kuranın bile önüne geçirilmiş zrıva kitaplarını Türk' lerin dahi okuyup, bu cemaate biat etmesidir. Asıl üzücü olan budur.
-
@hulk bunlar oldum olası arpalarını amerikadan alıyorlar. Allah'ın yardımı diyerek de bize yutturdular yıllarca. Hala bunşarın peşinden kutsal diye koşanlar.