19. Yüzyıl Felsefesi
-
Kant’ın 1804 yılındaki ölümü, Aydınlanmanın sonuna işaret eder. 19. yüzyılla birlikte, yeni felsefi problemler ve yeni felsefe kavrayışları ortaya çıkar. Nitekim bu yüzyıl, felsefede, şimdiye kadar görülmemiş bir çeşitliliğin yaşandığı bir çağ olarak kendini gösterir. Rönesans’ta insan entelektüel olarak matematiğin ve doğabiliminin yükselişi olgusuyla karşı karşıya kalmıştı; işte bu olgunun felsefeye bir şekilde dayattığı görevler, felsefenin 17. ve 18. yüzyıllarda doğrultusunu büyük ölçüde belirlemişti. 17. yüzyıldan itibaren ama özellikle de Aydınlanmayla birlikte, dikkatler doğayı büyük bir başarıyla fethetmiş olan zihnin yapı ve karakteri üzerine yöneldi; önce rasyonalistler, sonra da ampiristler, Kant’a gelinceye kadar olan süreç boyunca, zihnin fethi konusunda üstünlük iddiasıyla ortaya çıktılar. Kant’ın sentezi, zihnin fethi konusunda nihai ve en yüksek noktayı oluşturmaktaydı.
19 . yüzyılda felsefece fethedilecek veya keşfedilecek yeni alanlar ortaya çıktı. Bunlardan birincisi zihin ya da bilincin tarihsel boyutuydu. Bu tür bir düşünce tarzını başlatan filozof ise, Hegel oldu. Nitekim Hegel’den başlayarak bilincin ya da aklın kendisi, tarih içinde gelişen, bireysel ve sosyal hayatın farklılaşan koşullarından her daim etkilenen bir şey olarak anlaşıldı. Bu, elbette Descartes’ın veya Kant’ın sabit ve evrensel bir güç olarak aklından ziyade, tarihsel olarak evrim geçiren, geçerlilik standartları hayatın değişen talep ve standartlarına bağlı olarak değişime uğrayan tarihsel akıldı. Fakat 19. yüzyıl, esas akıldışının keşfiyle karakterize olur. Buna göre, 18. yüzyıl tam bir akıl çağıydı, bu yüzden Aydınlanmanın bütün filozofları mutlak bir iyimserlik içinde oldular. Oysa 19. yüzyılın kimi filozofları gerçekliğin sanıldığı gibi rasyonel olmadığını, kör bir iradenin gerçekliğe nüfuz ettiğini öne sürdüler. Daha önceki çağlardan pek çok yönden farklılık gösteren 19. yüzyıl felsefesi, bir yandan da ideolojilerin, ayrı ve güçlü karşıtlıklarda bir araya gelen zıt felsefelerin çağı oldu. Nitekim aynı yüzyılda idealizme karşı pragmatizm, irrasyonalizme karşı pozitivizm ve liberalizme karşı Marksizm boy verdi. Bunun da hiç kuşku yok ki en büyük nedeni, bu felsefeleri besleyip teşvik eden sosyal ve politik koşullarda yaşanan olağanüstü büyük değişimdi. Buna göre yüzyılın hemen başları 18. yüzyılın aklına karşı duygu lehine bir tepkiyi ifade eden Romantik harekete tanık olur. Köyden kente göçü hızlandıran, toplum içinde daha önce bir eşi daha görülmemiş bir sefalete yol açarken, farklı toplum felsefelerini adeta zorunlulukla gündeme getiren Endüstri Devrimi yüzyılın ortalarına doğru giderek olgunlaşmıştı. 1848 yılında Paris’te yaşanan büyük devrim, Avrupalının bilincine ilk kez olarak “burjuva” ve “proletarya” kavramlarını soktu. Biyoloji biliminde ise Darwin’in evrim kuramıyla birlikte, 19. yüzyıl bu kez büyük bir entelektüel devrime tanık oldu. 19. yüzyıla önce Alman idealizmi damgasını vurdu; yüzyılın ortalarında ise, sadece bilimin kendisiyle yöntemlerine dönük bir ilginin değil, fakat ayrı ayrı hem liberal hem de radikal sosyal teorilerin doğuşu belirleyici bir karakter kazandı. Yüzyılın sonları ise, idealizmin ikinci büyük dalgasının, metafiziğe en fazla karşı çıkmış olan yerde, yani İngiltere’de ortaya çıkışını yaşadı. Yüzyılın sonları sadece Amerika’da pragmatizmin değil, Avrupa’da sözgelimi Kirkegaard, Nietzsche ve Schopenhauer’ın akıldışını öne çıkaran felsefelerini de gördü.
Büyük ölçüde doğabilimlerinden ilham alan, aklın kendisini en iyi ve en gerçek bir biçimde bilim alanında gösterdiğine inanan Aydınlanma, metafiziğe kuşkuyla bakarken, bilgiye birtakım sınırlamalar getirmişti. O, rasyonaliteyi çoğunluk bilimsel rasyonaliteyle özdeşleştirdiği, bilimsel yöntemin sınırlarını aşan yöntemlere şüpheyle baktığı için aklın nihai gerçekliğe nüfuz edebilme yeteneğine sahip olmadığını öne sürdü; Aydınlanma, en azından böyle bir yeteneğe kuşkuyla baktı. 18. yüzyılın en fazla öne çıkan, en ağırlıklı filozofları olarak Hume ve Kant birbirlerine bu bakımdan çok benzemekteydi. yüzyılın başlarında bu durum tamamen değişirken, felsefenin metafiziksel ruhunu yeniden ve belki hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde canlandırdı. Alman idealizminin felsefeye kazandırdığı bu yeni dönüşüm kısmen romantizmin etkisinin, fakat çok daha önemlisi felsefenin bu kez dinle kurduğu ittifakın bir sonucuydu. Fichte, Schelling ve Hegel gibi Alman idealistlerinin ya bizzat teoloji eğitimi almış ya da babaları Protestan papazları olan filozoflar olmaları bir rastlantı değildi. 19. yüzyılın felsefesine yarı dinsel ve bütünüyle adanmış karakterini kazandıran şey, buydu.