Kendimce
-
Ama şimdi çok da etkili. Bir film vardı, yani ama sırf propaganda, öldürüyoruz ama içimiz çok acıyor gözyaşlarına boğuluyoruz tarzı bir şey. Adını unuttum çok da iyi biliyordum halbuki. Gökteki göz gibi bir şeydi. Konu anlaşılacağı gibi akıllı füze sistemleri.
Propaganda filmi olduğunu bildiğim halde filmi mükemmel buldum. Yapımcılar İngilizler. ABD de değil. Bir terörist üssünün füze ile vurulması.
O kadar gerçekçi çekilmiş ki belgesel izler gibi. Yani mükemmel, başka bir şey diyemiyorum. Filmin sonunda terörist üssü havaya karışıyor ve izi bile kalmıyor içindeki teröristlerle birlikte ve operasyon sorumluları gözyaşı döküyorlar üzülüyorlar.
Burası yalan tabii. Gözyaşı filan dökmezler. Abartmışlar, üzülme yapmak zorundaydık filan diye birbirlerini teselli ediyorlar. Ama etkili mi, müthiş etkili. Propaganda olduğunu bildiğin halde!
Fakat akıllı silahların geldiği nokta gerçekten şaşırtıcı. Geçenlerde Mossad İran'da nükleer programın baş yürütücüsünü akıllı silahla öldürdü. Nasıl yaptı, bir pikabın arkasına makineli tüfek yerleştirdi. Bu pikap adama nasıl yaklaştı bilmiyorum. Otonom sürüş olabilir mi, o kadarını İran'da yapamazlar. Geçeceği yere park etmiş olsalar İranlılar bu kadar salak mı!?
Fakat sonuçta pikaptaki kamera ile gözlemleyen bilgisayara yüklü yapay zeka hedefi tanıdı ve ateş açtı. Tüm kurşunlar hedefini buldu, adam oracıkta ölürken yanında oturan eşine tek kurşun bile gelmedi.
Akıllı silahlarda gelinen nokta şaşırtıcı. Daha da gelişecek. Geleceğin savaşları, bu.
-
İnsan neden yaşamak ister? Bunun makul bir sebebi var mıdır? Böyle bir sebep varsa bunu kişi kendisi mi belirler yoksa dayatılmış bir nedene mi dayanır? Yaşama isteğinin/yöneliminin varoluşsal bir nedenle sınırlandırılması mantıklı ve yeterli bir olgu olmasa gerek; zira, insan geldiği aşama itibariyle güdülerinin esiri olmaktan çıkmayı başarmıştır; güdüler asla denetlenemez değildirler. Öyle olunca, yaşama dair arzunu/istencin nedensiz olması da mümkün görülmektedir. İnsanın yaşama dair eğiliminin hem kendince bir nedeni olabileceği gibi nedensiz de olabileceği açıktır. Lakin, her iki durumda da bir neden/sizlik var demektir. Utanmadan, sıkılmadan, yalana sığınmadan, kendine karşı dürüstçe yaşama arzusunun ölüm korkusundan kaynaklandığı söylenebilir. İnsan, bir amaca yönelttiği ölüm biçimini de tercih edebilir, bir amaca vakfedilmiş yaşamlar gibi…Ruhunu bedeninden üstün tutup onu/ruhunu atomlardan ayrıştırarak ölümsüzleştirirken yaşama dair dayanılmaz tutkusunun ölümle yok olacak varlığının inkarı temelinde kabul eder ve kendini değil ruhunu serbest bırakır; oysa ki, o ruh denilen şey bedenin ta kendisidir, nakşedilmeyen etaminin kasnakta gergin hali ne ise, nakşedilmeyen kişilikten yoksun ruhun da ondan farkı yoktur. İnsan bir kimliktir ve o kimlik yok olduğunda yaşam son bulmuş demektir; hem de diri, diri…Lakin o kimlik tüm yaratılarıyla, eylemlilikleri ile yeni kimliklerin ilgisine mazhar olabilir; bunun için yapılan yürüyüşün cesurca olması gerekir!
-
İnsanları kandırmak için büyük çabalar harcamak gerekmez; zira her insanın – ki çoğunlukla – kandırılmak için kendince bir haklı nedeni her zaman vardır, bir de algı yaratıldı mı “yalan”ın toplumsal bir güce dönüşmesi ile insan sadece kanmakla kalmaz hakikat/gerçek olmayan “yalan” la gerçek olduğu düşüncesiyle yaşamaya başlar; insanın yalan çukurundan çıkması için ancak dogmatik kalıpları yıkması ile mümkündür, bunun için de her olguya sorgulayıcı yaklaşma yöntemini benimsemesi gerekir…Hangi türden olursa olsun tek bir soru yeter.
-
Hakikati aramak insanın metafizik eğiliminden başka bir şey değildir; zira, hakikat denilen bir şey yok -bu güne değin ne gören ne de bilen olmuş- sadece hakikat adı altında bir avuntu ve bir de yalan var; yanı sıra ne hakikat ne de yalan ideaları olmasaydı yaşamak belki daha anlamsız kalırdı; bir çok insanın hakikat peşinde bir çoğunun da yalan avuntusu ile koşuşturmalarına rağmen ipi göğüsleyen olmamıştır. Demek ki insan yaşamında hakikat diye bir şey yok ve birey kendimi gerçekleştirirken yalana sığınıyor; böylece yaşam da bir yalandan ibaret kalıyor; oysa devinim, hareket hakikat ve yalanı aşıyor; devinmeyen her yaşam saçma ve anlamsız kalıyor….
-
Sözlü ve yazılı tüm anlatılar, tüm öyküler, eserler dil üzerinden kurgulanır ve varlık kazanırlar. Dil bir kültürün temel taşıdır; dil olmadan hiçbir kültür varlık kazanamaz, yaşayamaz. Acılar, sevinçler, özlem ve beklentilere dair tüm duygular/hisler, tüm düşünceler büyük çoğunlukla dil üzerinden aktarılabilir; her ne kadar beden dili kullanılabilir olsa da onun tek başına kültürü yaratmada etkisi sözlü ve yazıldı dilin etkisinden çok küçük olabilir. İnsanın düşündüğü dilin kültürüne ait olduğu tespiti boşuna değildir. Bu nedenledir ki “kültür emperyalizmi” dil’i bir araç olarak kullanmayı yeğlemiştir.
-
Benzer hatalar ile geçmişi yeniden onarmak mümkün olmadığından, geçmişi onarmak yerine benzer hatalardan vazgeçmek gerekir; değilse bataklıkta devinmek gibi dibe çökmek kaçınılmazdır....önce içten olmak, inanılan her ne değer olursa olsun onun adına mücadele etmek gerekir...somut, açık, net ve korkmadan....bunun için bazı nimetlerden mahrum olmaksa eğer, bahşedene lanet okumalı...bahşeden kendisi ise yerin dibine girmeli, günyüzü görmeksizin...tüm lütuflar geri çevrilmeli ki özgür insan doğabilsin...insanı köle yapan insan er ya da geç bu zincirin bir halkası olarak köle olmaya mahkumdur, zira özgürlük son zincirin kırılması ile eşdeğerdir...geçmiş yaralar , yıpranmışlıklar, parçalanmalar ve savaşlar, kavgalar barışa öncü değildir;barış bir seraptır, güzel bir serap lakin vahşi insanın erdemi olamaz, kirli bir geçmiş geleceğe beyaz çarşaf geremez, öyle ise, taşlar yeniden karılmalı; hem de geçmişe öykünmeden, cesaret ister , entelektüel olmalı...
-
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir; ya daha fazla ya da daha azdır; onun yarattığı algı içsel nedenlerden dolayı farklı görünmesine neden olur; bu durum, ona ait bir özellik olsa da onu var-olduğu biçimden öteye taşımaz sadece algının yanıltmasına bağlı olarak kişide bir değerlendirme hatasına neden olur. Şeyin göründüğü gibi olmaması onu gizemli bir şey-e dönüştürmez; zira, temelde gizem denilen bir gerçeklik yoktur; bir görüngünün öyle ya da böyle gizlenmiş olması/saklı kalması/açığa çıkmaması onu gizemli yapmaz sadece görünür olmaktan çıkarır. Saklı olanın her zaman açıkta kalan bir yanı bulunur -zira, sonsuza değin gizlenenin bir anlamı olamaz – ve bu yanı dikkatle izlenir, gözlemlenir ve değerlendirilir ise karanlıkta kalan yanı açığa çıkar; bunun için düz mantık bile yeterlidir. Her gizlenen şey bir şekilde açığa çıkmak ister/bu istek içseldir ve fakat bir dış uyaranın olmasını yeğler; böylece, kendinden değil diğeri sayesinde açığa çıktığını göstermiş olacaktır. Aslında gizli olanın bu yönelimi içsel bir çelişki taşıdığından sürekli çatlak verecek ve sızacaktır. Bu sızmaya engel olamaz; zira, karanlık sadece kendine aittir.
-
Bir aidiyet var işin içinde bir de sürekli üstünlük iddiası...Tarihsel geçmiş yaşanmışlıklar değiştirilemez ve ancak tarih bugünden geriye doğru bir yazma sanatı ise çarpıtmak mümkündür. Kahramanlık edebiyatı ile toplumlar ilahlara tapınmayı bırakmadıkları sürece kısır döngü ve sonuçsuz tartışmalar da asla bitmez; 19 yy bilimsel felsefenin doğuşuna tanıklık yapmış ve 20 yy. da ise Dünya gezegeni eşitlik ve özgürlük adına bir çok devrimlere tanık olmuştur. Hiç bir kültür bir gecede yok edilemez ve insan yarattığı kültürünün bir parçası olmaktan da kurtulamaz. Bu nedenle tarihi, geçmişi doğru okumalı, ders çıkarmalı ve geleceği kurabilmeli insan...
../.Adalet hesap gününden önce kesilmelidir, hesap gününün adaleti kayırmacılıktır...Zira adalet gün ve geçmişte değil gelecektedir...
../.Hiç söylenmemiş olan bir söz söylenmiş olsa bunu kim anlayabilir?...Devrim söylenmemiş bir eylemdir; bu nedenle anlaşılmaz, sadece yaşanır...Devrimlere...
../.Hesap soramayan hiç bir zihniyet ne devrimci, ne ilerici ne de samimi değildir;sosyal denilen demokrasi güncel değil...Öyle ise ya tam demokrasi ya da...
../.Nereden çekildiğin değil, nereye çekildiğin önemlidir; zira, tüm tercihler ileriye yönelik yapılmalıdır...
../.Ben sen değilim, sen de ben değilsin; sen beni sen olarak görürsen, ben de seni ben olarak görürüm, bu çıkmaz bir sokak...ben sen değilsem, sen de ben değilsin; örtüşmeye gerek yok...tek kıyafet giyinmek yerine çok renkli olmak elzemdir....
../.Düşünmeden, tartışmadan bir yargıya varmak peşin bir yargıyı ifade eder ki bu da yargı değil, olsa ola bir infazdır...
-
Sonsuz büyüklükteki evrende kum tanesi kadar dahi olamayan insan el-ayak-dil diyalektiğini geliştirerek zeki bir canlı türü olmuş ve kültürel birikim edinmiştir. Bunu yaparken devasa yapıtlar yaparak yücelmeye/yükselmeye çalışmış ve evrende kum tanesi dahi olmayan Dünya gezegeninin efendisi olduğuna inanmıştır. Uygarlaşma dediği devasa yapılar/olgulara bakarak kendi ile guru duymuştur; tüm bunları gerçekleştirirken sevgi, dayanışma, bağlılık, paylaşım gibi duyguların/edimlerin hemen dip-köklerinde şiddet, ihanet, tüketim, kin, nefret, ihtiras, entrika, kurnazlık, iki-yüzlülük, sahtekarlık, dolandırıcılık, yalan, savaş, talan, soykırım gibi duygu ve edimleri geliştirmiştir. İnsanın bu ikinci yüzü birincisine daima galip gelmiş insan gölgesinde büyürken özünde küçülmüştür. Zira aynı dünyayı paylaşan diğer hiçbir canlıda ikinci yüzün gelişmediği rahatlıkla görülebilmektedir; bazı hayvan türlerinde intikam duygusunun olduğu dillendirilse de bunun kökeninde de yine insan yatmaktadır; İnsan ikinci yüzünü yenemez ise tüm Dünyayı tüm canlılar için cehenneme çevirmeye aday tek canlı türü olarak övünmekte haklı olacaktır.
-
Tapmak için bir düşmana gereksinimin varsa eğer dışa değil içe bakmalısın!...
-
Her görüntü gizlenen içsel ve yaratılmak istenen dışsal bir algı için vardır; dışsal algıya kapılıp yanılmak içsel gerçeği görmeye engel olur; bu nedenle sebep-sonuç ilişkisine bakmak ve görselin kime ne kazandırop kime ne kaybettirdiğini görmek ve anlamak gerekir; sosyal demokrasinin içinde gizli statüko bu şekilde görünemez olabilmekte, toplumsal muhalefeti sönümlendirmektedir....
-
Fransız İhtilali nden bu yan burjuva demokrasisi geçerli; bu da kuvvetler ayrımına dayanır, yargı, yürütme ve yasama...bunlar eşit kuvvetler sayılır...dolayısı ile yargının verdiği karara yasama ve yürütme uymak zorundadır...bir yargı verdiği kararın uygulanmaması karşısında yaptırım uygulayıp kararının uygulanmasını zorlamıyorsa, uygulanmamasına sessiz kalıyorsa burjuva hukuku düzleminde yargı olma gücüne sahip değil demektir; öyle ise neden var olduğunun bir açıklaması, izahı olmalı, zira gözü bağlı bir yargı ve adalet tanrıçası var... Ama adı Nanşe değil...
-
teknolojiyi yaratamıyorsan adlandırman da mümkün değildir demek istediğim; bilgi birikimi uygarlaşmanın ortak ürünüdür ve fakat bunu kullanabilmek ayrı bir olgudur. bir toplum bağımlı değilse teknolojinin gerisinde olsa dahi kendi diline hakim olabilir, zira gereksinimler ve beklentiler temelde aynı görünse de farklılaşabilirler; önce birey ve toplum kendini gerçekleştirmelidir. ancak bu durum "üretim araçları"ndan, "üretim ilişkileri"nden azade değildir; üretimin mal edinme biçimi o toplumun tüm ilişki şeklini belirler ve bu en çok dilde kendini gösterir; nasıl ki para denilen şey bir mübadele aracı ise dil de bu mübadele biçimlerinin aynasıdır.
-
Hiçbir şey yapmadığını gördüğünde hayatın sana ait olmadığını fark edersin; ilk edimin reddetmek değilse tükenirsin...
-
Yaratan, değiştiren, dönüştüren her kimse o bir devrimcidir; ve asla teslim olmayan bir kararlılık içindedir; onu var eden şeyin kendisi devrimdir ve o devrimini yarattığı için devrimcidir; saygındır ve önemlidir, karşısında duran kişi dahi ona itibar etme gereğini duyumsayacaktır; ve belki de öykünecektir, ancak her hal ve şartta o entelektüel çizgisinden ödün vermeden yürüyecek, gecesi gündüze çevrilse de duvarları aşacaktır; karanlığın özlemi olamaz lakin gece karanlık değildir ve döngüsünde gün-ün habercisi ve onu doğurandır, zira tüm geceler güne bu nedenle gebedir; geceyi aydınlığa boğanlar karanlığı aydınlatamadıkları için asla gecenin rengi ile karanlığın rengini ayırt edemezler; şafak devrimciye vurur ve yeni dünya onun silüetinde şekillenir; ve devrimi ve devrimciyi kimse durduramaz; yolundan alıkoyamaz...
-
İnsanların çoğu yaratıcıyı kendilerine benzettikleri için severler. Aslında yine kendileridir gerçekten taptıkları.
Haci adlı düşünür şöyle der,
Bir gün put dile gelmiş , demiş ki aslında bilirmisin nedir taptığın? Ben sana sadece ayna tutarım.