20. Yüzyılda Felsefe
-
Felsefenin 20. yüzyıldaki gelişim seyrini izleyebilmek, onun başka çağlardaki gelişimini takip edebilmekle kıyaslandığında, alabildiğine zor ve zahmetli bir iş olarak karşımıza çıkar. Bunun da en önemli nedeni, bütün çağların en uzunu olan 20. yüzyılda çınar sayısının, yani felsefeye katkı yapmış olan filozof sayısının hiç olmadığı kadar çok, hatta ormanı veya ana akımları görmeyi imkânsızlaştıracak ölçüde fazla olmasıdır. Artık belleklerin bir parçası haline gelmeye başlayan 20. yüzyılın, ilk üç çeyreğini bir tarafa bıraksak bile, sadece son çeyreğinde, çağ ile neredeyse özdeşleşmiş pek çok filozof toprak olmuştur. Bunun için sadece Rudolf Carnap’ın (ö. 1970), Martin Heidegger’in (ö. 1976), Jean-Paul Sartre’ın (ö. 1980), Michel Foucault’nun (ö. 1984), Simone de
Beauvoir’ın (ö. 1986), Emmanuel Levinas’ın (ö. 1995), Gilles Deleuze’ün (ö. 1995), Thomas Kuhn’un (ö. 1996), William von Orman Quine’ın (ö. 2000), Hans Georg Gadamer’in (ö. 2002), John Rawls’ın (ö. 2002), Robert Nozick’in (ö. 2002), Donald Davidson’un (ö. 2003), Jacques Derrida’nın (ö. 2004), Peter Strawson’un (ö. 2006), Jean Baudrillard’ın (ö. 2007) ve Richard Rorty’nin (ö. 2007) isimlerini
saymak yeterli olabilir.20 . yüzyılı bütün çağlardan çok daha uzun bir çağ haline getiren şey, yalnızca filozofların ve filozofları bir araya getiren okulların sayısı değildir. Fakat esas, felsefenin hiçbir zaman boşlukta gelişmediği dikkate alınacak olursa, bu filozofların düşüncelerine vücut veren sosyal ve politik koşulların farklılığı, çeşitliliği ve yoğunluğudur. 20. yüzyıl büyük dünya savaşlarıyla, komünist, faşist ve totaliter devletlerin doğuşu ve yıkılışıylarıyla, sayılamayacak kadar çok bölgesel savaşla, nükleer silahlara ek olarak başkaca kitle imha silahlarının icadıyla, soykırımlarla, sömürgeciliğe karşı verilen kurtuluş savaşlarıyla, küreselleşmeyle, teknolojinin olağanüstü büyük gelişimiyle ve nihayet büyük kitlelerin kentlerde gerçekleştirdiği eşi benzeri görülmemiş istilayla karakterize olur. Bu bağlamda, hızlı bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin 20. yüzyılda daha önce tahayyül edilmesi dahi mümkün olmayan politik felaket ve alabildiğine dramatik olaylarla birleşmesi, hemen herkes tarafından kabul edilen bir olgudur.
20 . yüzyıl felsefesi, bütün bunların dışında, yine tasnifi ve ana akımları ortaya çıkarmayı zorlaştıracak şekilde, klasik felsefelerin veya felsefenin klasik dallarının dışında kalan yeni felsefelerin zuhuruyla oluşur. Buna göre, matematiksel mantığın, meta-etiğin, dil felsefesinin, psikoloji felsefesinin, toplumsal cinsiyet felsefesinin, çevre felsefesinin ve hatta bilim felsefesinin hemen hemen tamamen 20. yüzyıl felsefeleri olduğu söylenebilir. İşte bu durum, 20. yüzyıl felsefesinin mutlak bir uzmanlaşmayla karakterize olduğu anlamına gelir. Son büyük felsefe sistemlerinin 19. yüzyılda kaldığı dikkate alınırsa, 20. yüzyılda filozofların, sistem inşa etme gayreti içine girmekten ziyade, felsefenin münferit alanlarında özgün ve eleştirel düşünceler geliştirdikleri ve felsefeyi, söz konusu uzmanlaşma eğilimlerine paralel olarak, birtakım “dönüş”lerle ifade ettikleri söylenebilir. Sözgelimi bu bağlamda yüzyılın en etkili “dönüş” hareketi olarak “dile dönüş”ten söz etmekte fayda olabilir. Gerçekten de 20. yüzyılda Heidegger’den Gadamer’e, Austin’den Wittgenstein’a, LéviStrauss’tan Ricæur ve Derrida’ya pek çok filozof, analitik felsefeden hermeneutik ve gündelik dil felsefesine, yapısalcılıktan postmodernizme pek çok akım dile başvurmuş, dili temel almış, söylemi ve dilsel temsili bilgi ve hakikat arayışında felsefenin ulaşabileceği en yüksek nokta diye tanımlamıştır. Yine, hemen bütün bu filozof ve akımlara göre, dilin dışında hiçbir olgu, belli bir dil kalıbına giren veya münferit bir dilsel tasvirde ifade edilen dışında hiçbir gerçeklik yoktur. Dile dönüş hareketinin doruk noktasını temsil eden Wittgenstein’a göre, dünyayı ve hayatı anlamak için neyin geçerli ve anlamlı olduğuyla ilgili ölçütlere sahip bulunan dil oyunları veya kültürel yaşam biçimleri çokluğunun varoluşunu kabul etmek zorunluluğu bulunmaktadır.