David Hume Varlık Görüşü
-
Hume, bilginin sınırlarını gözler önüne serme veya anlamlı konuşma alanını daraltma veya bilginin imkânsız olduğu alanları gösterme genel stratejisinin bir parçası olarak, önce madde ya da dış dünya problemini ele alır. Ona göre, konuyu metafiziksel bir tarzda, maddi töz problemi tarzında ele almanın ne imkânı ne de yararı vardır. Daha doğru bir deyişle, madde veya cisim söz konusu olduğunda, Hume iki ayrı sorulabileceğini söyler. Bunlardan birincisi gereksiz veya yapay bir soru olarak, “maddenin varolup olmadığı” sorusudur. Hume, fiziki dünyanın varoluşundan kuşku duymanın psikolojik olarak imkânsız olduğunu öne sürer. Yani sözgelimi hayatımızı idame ettirebilmek veya akıl yürütebilmek için doğru olduğunu varsaymak zorunda olduğumuz birtakım kabuller vardır; fiziki nesnelerin veya cisimlerin varolduğu kabulü, işte böyle bir kabuldür. Hume, birinci soruyu bu şekilde bertaraf ettikten sonra, cisim kavramıyla ilgili olarak bütünüyle ampirik bir yorumun mümkün olup olmadığını görmek amacıyla ikinci soruya geçer. Bizi cismin, fiziki nesnelerin varoluşuna inanmaya sevk eden nedenlerle ilgili bu ikinci soruyu iki şekilde ele alır veya soruyu iki alt soruya böler. Zira Hume’u ilgilendiren şey, sadece bizi cismin varoluşuna inanmaya sevk eden nedenleri göstermek değil, esas olarak bu inancımızı meşrulaştırmak veya temellendirmektir.
Cismin sürekli varoluşundan, bu cismin ona ilişkin algımızdan önce, sonra ve algımız sırasında da varolmasını, ayrı varoluşundan ise onun zihin ve algıdan bağımsız olarak varolmasını anlayan Hume’a göre, bizi cisimlerin biz onları algılamadığımız zaman da zihnimizden bağımsız olarak varolduklarına inanmaya sevk eden üç şey ya da yol vardır: Duyular, akıl ve imgelem. Hume’a göre, duyular cismin veya fiziki nesnelerin sürekli varoluşunu asla kanıtlayamazlar. Çünkü bu, cismin sürekli varoluşuyla ilgili tanım gereğince, mantıksal bakımdan imkânsız bir şey ya da durum olarak algılanmayan bir nesnenin algılanıyor olmasını gerektirir. Duyular nesnelerin ayrı varoluşunu da kanıtlayamazlar, çünkü bu onların bize sadece tikel bir algı verdikleri yerde, bize bir “çifte varoluş”, yani aynı anda hem bir izlenim ve hem de onun kendisinin bir izlenimi olduğu bağımsız bir biçimde varolan nesnenin kendisini vermelerini gerektirir ki bu da imkânsızdır. Onaa göre, biz zaten fiziki bir nesneyi ona ilişkin izlenimimizle karşılaştırabilecek bir durumda değiliz; çünkü duyular algıda salt bize ait olanla, dış dünyaya ait olan arasında sağlam, tatmin edici bir ayırım sağlayamazlar. İşte bütün bu nedenlerden dolayı, bizim cismin sürekli ve ayrı varoluşuna inanmamız duyulardan dolayı olmaz.