3 kelime, bir kısa hikăye
-
Aşkım
Kadın hiddetle "Bre canı çıkmayasıca!" diye koltukta şekerleme yapan kocasına çıkışır. Adam neye uğradığını şaşırmış bir vaziyette gözlerini aralar. Karşısında sinirlenmiş bir vaziyette dikilmiş olan karısını görür ve "Yine n´oldu aşkım?" diye sorar. Kadın daha da öfkelenir: "Aşkın batsın. Sen burada keyif yaparken benim başıma gelmeyen kalmadı."
"Yine pazara mı gittin aşkım?"
"Tabii gittim, çünkü mutfakta yiyecek bir şey kalmamış. Sen sadece tıkınmak ve uyumakla meşgulsün."
"Öyle deme aşkım. Bana söyleseydin, ben hepsini hallederdim."
"Güldürme beni. Hallerdermiş...miş. En son halletmeye çalıştığında ne olduğunu gördük. Hatta sana alışveriş listesi bile vermiştim."
" Aşkım, yolda giderken listeyi düşürmüşüm. Ben de aklımda kalanları almıştım yanılmıyorsam."
" Listede olmayanları ve ne kadar gereksiz şey varsa alıp gelmiştin. Muz almıştın, hem de yeşilinden."
"Satıcı yeşil muzların kabuza iyi geldiğini söylemişti. Hatırlarsın o hafta bağırsaklarım pek iyi çalışmıyordu."
" Peki, gözleri göçmüş ve neredeyse kokmaya başlayan o balıklara ne demeli?"
"Aşkım, pazarda gayet iyi gözüküyorlardı. Ben de anlamadım o hale nasıl geldiler."
"Sen anca uyumasını bilirsin zazen. O kokmuş balıkları çöpe atmak zorunda kalmıştık. Senin beceriksizliğin yüzünden o hafta mahallenin kedileri de bayram etmişti. O günden beri hepsi bizim kapıya dadandı. Ne zaman alış verişten dönsem, kapının önüne dikiliyorlar."
"Aşkım, kızma onlara."
"Aşkın batsın. Demin onların yüzünden dengemi kaybedip düştüm zaten. Elimdeki torbalar da yere düştü. Tüm kediler torbalara hücum etti ve hălă onları didikliyorlar."
"Aşkım, ben hallederim."
"Bana yine balık ve muz getireyim deme!!"
Kelimeler: Balık, pazar, muz
-
Yol
Yağmur hafifçe çişeliyor, hava parçalı bulutlu ve şu lanet olası trafik hiç kımıldamıyor. Bir an önce eve varmak için otobanı kullanayım dedim, demez olaydım. Güya otoban, güya hızlı yol. Yağmurlu havada şehir içindeki yollardan hiçbir farkı yok, her tarafta yığılma var. Gitsen gidemiyorsun, çıkmak istesen çıkamıyorsun. İş yorgunluğu yetmiyormuş gibi, al sana mis gibi bir yol yorgunluğu.
Yağmur yağınca ne değişiyor, hălă anlamış değilim. Hava güneşli olunca durum tamamen farklı; aynı yolda, aynı zamanda hiç yığılma olmuyor. Öndeki arabaya odaklanmaktan müzik sesi bile ızdırap gibi geliyor. Camlar yine buharlanmaya başladı; klimayı açmaktan başka bir çare yok, çünkü pencereyi açmaya kalksam, bu sefer içerisi ıslanacak.
Yarım saatlik yol şimdi en azından bir saat sürer. Bu kesin. En iyisi mi bizim hatunu arayayım da meraklanmasın; 10 dakika geciksem, hemen beni arar. O beni aramadan, ben onu arayayım bari.
-"Alo?"
"Benim!"
"Bre herif, nerede kaldın böyle? Yemekler soğuyor!"
" Bırak soğusunlar."
"N´oldu gene?"
"Gözün kör mü, pencereden dışarıya bir baksana!"
"Biraz yağmur yağıyor."
"Evet, şu lanet yağmur yüzünden eve hep geç geliyorum ve 2 haftadır sıcak yemek yiyemiyorum."
"Aman..aman. Hava güzel olunca zamanında geliyorsun sanki. O zaman da eve gelmeden kahveye dalıyorsun."
"Yine başlama hatun. Sen yemekleri şimdiden ısıtmaya başla, çünkü trafik çözülmeye başlıyor galiba."
Kelimeler: Trafik, yağmur, yemek
-
Bel
Yaşlılıktan mı işinden mi yoksa yataktan mı...pek emin değildi. Üzerinde yattığı yatağı alalı 10 seneden fazla olmuştu herhalde. Ortası bir hayli çukurlaşmıştı ve içindeki yaylar da gıcırdayıp duruyordu. Emin olduğu tek şey, her sabah kalktığında belinin ağrımasıydı. Önceleri pek umursamıyordu ancak son zamanlarda ağrılar çoğalmıştı. Ayrıca uzun senelerden beri yaptığı iş de bel için pek uygun değildi. Bunu nihayet kabul etmek zorunda kalmıştı, çünkü günde 4-5 saat masa başında ekranın karşısında oturmak zorundaydı.
Evet...görünen o ki, elinde iki seçenek vardı. Masa başındaki işini bırakmak ve belini zorlamayan başka bir iş bulmak veya yeni bir yatak almak. Birincisini uygulaması mümkün değildi, çünkü bu mesleğe yıllarını vermişti ve başka bir işte şimdiki aldığı ücreti alacağını hiç zannetmiyordu. Emekliliğine de daha bir hayli vardı.
Yatak magazasının vitrinine bakarken bunları düşünüyordu ve nihayet magazaya girmeye karar verdi. İyi ve kaliteli bir yatak almalıydı, bakarsın şu lanet bel ağrısına belki bir parça faydası olurdu.
Kelimeler: Bel, yatak, iş
-
Cennet
Bu dünyadan bıkmış usanmıştı. Yorulmuştu; hem fiziksel hem de zihinsel. Ha bire bir uçturmaca vardı. Gün boyu uçmakla ve yavrularına yem aramakla meşguldü. Onlar sürekli açtı ve bir türlü doymak bilmiyorlardı. Büyüdüklerinde ise arkalarına bakmadan "pııır" dıye uçup gidiyorlardı. Ne teşekkür eden ne de "Afferin, iyi iş çıkardın" diyen vardı.
Her sene aynısı. Bu işi bırakmak istiyordu artık ancak başka bir iş de elinden gelmiyordu. Tüm bildiği, yumurtlamak, uçmak ve yavrularına yem aramak idi. Eeh..ara sıra ötmesini de biliyordu ki sesinin güzel olmadığının da farkındaydı. Ne zaman ötmeye başlasa, etrafını bir sessizlik kaplardı, çünkü tüm hemcinsleri kaçıp gidiyordu.
Acaba öbür dünya dedikleri yer nasıldı?
Orada yumurtlama falan yokmuş, her taraf lezzetli yemlerle dolup taşıyormuş, isteyen istediği kadar güzel sesle ötüyormuş, uçmaya bile gerek yokmuş. Hatta sonsuza dek yumurtlamadan çiftleşmek bile varmış. Böyle diyorlar... Pek inanasım gelmedi ancak kulağa bir hayli hoş geliyor."Cik...cik...ciikk!"
Lanet olsun yine başladı benim yavrular.
Kelimeler: cennet, uçmak, ötmek
-
Can pazarı
Nihayet sonunda ışığı görmüştü ve bu onu daha da cesaretlendirmişti. Daha sıkı bir şekilde önündeki ve etrafındaki kumları kenara iterek tırmanmaya çalışıyordu. Bunu yapan sadece kendisi değildi. Etrafında onun gibi onlarcası aynısını yapıyordu. Ön ayaklarıyla kumları kenara iterken, arka ayakları ile ileriye doğru hareket etmeye çalışıyordu.
Toprağın içinde doğmuşlardı adeta. Anneleri bir süre evvel toprağı bir güzelcene kazmış ve içine yumurtladıktan sonra üzerini toprakla yeniden örtmüş ve çekip gitmişti. Günler, haftalar gelip geçmiş ve hepsi başlarına gelecek tehlikelerden habersiz bir şekilde birer birer yumurtadan çıkmaya başlamışlardı.
Küçük ve savunmasızlardı. Hepsinin tek bir hedefi vardı; bir an evvel denize varmak. Deniz çok yakındı ancak onlara çok uzak gözüküyordu. Ayrıca kuşlar ve yengeçler haberi almış gibi onları sahilde bekliyordu. Çok acımasızlardı, gördüklerini yakalayıp kaptıkları gibi götürüyorlardı.
İmkansız gibi gözüksede tüm yavru kaplumbağalar denize bir an evvel varmak için uğraşıyordu. Kendisi de tüm cesaretini toplayarak diğerleriyle beraber harekete geçti.
Yorulmuştu ancak durmaya ve soluklanmaya zamanı yoktu, çünkü kuşlar ve yengeçler amansızca onları kovalıyordu. Az kalmıştı; önündeki son kum tepesini de kazasız belasız aşmayı başarabilirse, denizin kabaran sularına varacaktı.
Nihayet...başarmıştı sonunda. Son bir hamle ile kendini engin denizin soğuk sularına bıraktı.
Kelimeler: kaplumbağa, yengeç, deniz
-
@kereste, içinde söyledi: 3 kelime, bir kısa hikăye
Bel
Yaşlılıktan mı işinden mi yoksa yataktan mı...pek emin değildi. Üzerinde yattığı yatağı alalı 10 seneden fazla olmuştu herhalde. Ortası bir hayli çukurlaşmıştı ve içindeki yaylar da gıcırdayıp duruyordu. Emin olduğu tek şey, her sabah kalktığında belinin ağrımasıydı. Önceleri pek umursamıyordu ancak son zamanlarda ağrılar çoğalmıştı. Ayrıca uzun senelerden beri yaptığı iş de bel için pek uygun değildi. Bunu nihayet kabul etmek zorunda kalmıştı, çünkü günde 4-5 saat masa başında ekranın karşısında oturmak zorundaydı.
Evet...görünen o ki, elinde iki seçenek vardı. Masa başındaki işini bırakmak ve belini zorlamayan başka bir iş bulmak veya yeni bir yatak almak. Birincisini uygulaması mümkün değildi, çünkü bu mesleğe yıllarını vermişti ve başka bir işte şimdiki aldığı ücreti alacağını hiç zannetmiyordu. Emekliliğine de daha bir hayli vardı.
Yatak magazasının vitrinine bakarken bunları düşünüyordu ve nihayet magazaya girmeye karar verdi. İyi ve kaliteli bir yatak almalıydı, bakarsın şu lanet bel ağrısına belki bir parça faydası olurdu.
Kelimeler: Bel, yatak, iş
Bu tarif edilen kişi benim.
@kereste senaryo yazarı iyi olur senden.
Kelimeleri verip hikayeyi yapay zekaya mı yazdırıyorsun yoksa?
-
Bu tarif edilen kişi benim.
Hah hah ha...
@kereste senaryo yazarı iyi olur senden.
Kelimeleri verip hikayeyi yapay zekaya mı yazdırıyorsun yoksa?
Keşke öyle olsa. Hayır; tamamen spontane yazıyorum, o an aklıma ne eserse yani. Çünkü hiçbir şeyi öyle uzun uzayıda önceden planlama kabiliyetim yok.
-
Sıkıntı
Ne zaman bir sıkıntı bassa veya huzuru bozulsa, kafasını kaldırıp gökyüzüne bakıyordu. Orada bazen uçakları bazen de kuşları görüyordu. Uçsuz bucaksız gökyüzünde hiçbir sınır yokmuşcasına onların süzülüşlerine dalıp gidiyordu. Gökyüzü bir bakıma ona özgürlüğün ne demek olduğunu anımsatıyordu ona. Orada ne bir trafik lambası vardı ne de insanın içini karartan o çirkin beton yığınları. Hele hava açıksa, o deniz mavisini seyretmek, daha bir güzeldi.
Ancak hava kapalı ise ve yağmur da yağıyorsa o güzelim görüntüden eser kalmıyordu. O masmavi görüntü kaybolup giderken, yerini gri ve karanlık bir atmosfere bırakıyordu. Karanlık bulutların arasında uçakların uçuşunu seyretmek elbette mümkün değildi. Kuşlar da ortalarda gözükmüyordu. İçi daralıyordu adeta. Bu nedenle yağmurlu havalardan nefret ediyordu.
Bilhassa kuşlara imreniyordu. Kimisi çok hızlı bir şekilde dümdüz uçuyordu, kimisi havada daireler çiziyordu, kimisi ise bir oraya bir buraya seğirtiyordu. Bazıları yalnız takılmayı yeğlerken, bazıları sürü halinde dolanıyordu. Adeta özgürlüğün resmini çiziyorlardı. Onlar gibi uçmak, yükselmek, süzülmek istiyordu bazen.
Takıntı haline gelmişti onları izlemek. Onları seyrettikçe, bir nebze olsun rahatlıyordu ve tüm iş yorgunluğunu unutuyordu. Her gün öğle molasında iş arkadaşları yemekhaneye giderken, kendisi soluğu dışarda alıyordu ve havanın açık olmasını temenni ediyordu.
Acaba bugün hangi uçak hangi istikamete gidecekti. Hangi kuşları görecekti...
Kelimeler: gökyüzü, sıkıntı, mola
-
Merasim
Her zaman olduğu gibi iş yerindeydim. Öğle molasına az bir vakit kalmıştı. Masamdaki cep telefon tiz bir sesle çaldı, yine çaldı ve yine çaldı. O sıra bir hayli meşguldum ancak yine de göz ucuyla kimin aradığına bir bakayım dedim. Arayan kişi çok uzun yıllardan beri tanıdığım ve çok samimi bir dostumdu.
Telefonu kulağıma dayadım ve henüz "Selam.." demiştim ki üzüntülü bir ses tonuyla hemen konuya girdi: "İki gün önce çok yakın bir dostumuzu maalesef kaybettik. Cenaze merasimi iki gün sonra. Yetişebilir misin?"
Ne diyeceğimi kestiremedim. "Tamam, kesinlikle orada olacağım" dedim. Telefonu kapattıktan sonra bir süre sessizce oturdum. Arkasından patronu aradım, kendisine durumu izah ettim. "Sıkıntı yok, istediğin zaman git" dedi. Yanıtı ne olursa olsun, zaten gitmeye kesin kararlıydım.
Moralim bir hayli bozulmuştu. İşi bırakıp hemen eve döndüm, keyifsizce biraz yemek yedikten sonra seyahat acentasını arayıp bir bilet ayarladım. Uçak ertesi sabah kalkıyordu ve bir aksilik çıkmazsa akşama varmış olurdum. İki hafta sonra da geri dönmeye niyetliydim. Ufak bir valize bir iki kıyafet yerleştirdim. Her ne kadar uyumaya çalışsam da geceleyin gözüme hiç uyku girmedi. Eski günler gözümün önünden bir film şeriti gibi gelip geçiyordu.
Nihayet sabah oldu. Havalimanına taksi ile gittim ve oraya vardıktan kısa bir zaman sonra uçak havalandı. Yorgunluktan ve uykusuzluktan olmalı; koltuğa oturur oturmaz uyumuşum. Uyandığımda uçak inişe geçmişti.
Oraya vardığımda tüm ahali çoktan meydanda toplanmıştı. Önüme gelenlerle kısaca merhabalaştım. Kimsenin keyfi yerinde değildi, çünkü kaybettiğimiz arkadaş, etrafında sevilen ve sayılan birisiydi. Henüz ömrünün yarısında olmasına rağmen amansız bir hastalığa yakalanmış ve pek fazla uzun sürmeden bu fani dünyadan ayrılmıştı.
Herkes hocanın gelmesini bekliyordu ve o da çok geçmeden geldi. Ahali, hocanın arkasında yerini almak için harekete geçti. Hoca, kısaca merasim hakkında bilgi verdikten sonra üç kere "Merhumu nasıl bilirdiniz?" diye seslendi. Çoğunluk her keresinde "İyi bilirdik!" demesine rağmen, her cenaze merasiminde olduğu gibi ben yine sessiz kalmayı yeğledim. Çünkü bu tür soruları saçma buluyordum ve merhuma yapılan bir saygısızlık olarak görüyordum.
Namaz ritüelinden sonra tabuta yakın olanlar tabutun dört tarafından tutarak mezarın bulunduğu yere doğru yola çıkıldı. Ahali, onları arkadan takip ediyordu. Bu esnada tabutu taşıyanlar sürekli değişiyordu. Benim de bir ara tabutun bir kenarından tutma ve onu taşıma imkanım oldu.
Fazla sürmeden mezarlığa varıldığında, tabut yeni açılmış olan mezarın içerisine dikkatlice yerleştirildi. Daha sonra kimileri mezara kürekle toprak atarken kimileri bir avuç toprak atmakla yetindi. Mezar tamamen toprakla örtüldükren sonra hoca burada yine dualar okudu.
Merasim bitmişti. Ahali, baş sağlığı dileklerinde bulunduktan sonra yavaş yavaş dağılmaya başladı.
Kelimeler: arkadaş, merasim, cenaze
-
Ana evi
İş yerinde masamın üzerindeki telefon çınlamaya başlayınca kafamı telefona doğru çevirdim. Arayan kişinin numarası gözüme ilişti. Bu numarayı tanıyordum; eşime aitti. İçimden "Hayırdır!" dedim ve ahizeyi kulağıma dayadım. "Buyur canım, neden aradın?" diye sordum. Benim hatun hemen konuya girdi ve dedi ki: "Bizim oğlan evde kişisel test yaptı ve sonucu positif çıktı. Şimdi kendisiyle PCR testi yaptırmaya gidiyorum."
Benim keyfim kaçmıştı, çünkü büyük ihtimalle oradan da olumlu bir yanıt gelmeyecekti. Dedim ki: "O zaman bana da bulaşmadan ben anama gidiyorum. Bana 1 hafta on gün yetecek kıyafeti bavula koy lütfen. Ben işten sonra bavulu alıp onun yanına gideyim." Bu önerim onun da aklına yattı. "Tamam" dedi, "Sen işten gelinceye kadar bavulunu hazırlarım."
Annemin evi bize 30 km civarında bir uzaklıkta. Arabayla oraya varması yarım saat filan sürüyor. Oraya vardım ve zili çaldım. Annem beni elimde bavulla görünce bir hayli şaşırmıştı. "Merhaba anne, bir haftalığına misafir kabul edersin herhalde" diye gülümseyerek onun yanıtını beklemeden içeriye daldım. Annem hălă şaşkın şaşkın bana doğru bakıyordu.
Ona durumu anlattım. "Sağlık olsun, oğlum" dedi, "İstediğin kadar kalabilirsin." Bu arada telefonu eline almıştı ve kimi aradığını tahmin etmem zor değildi. Torununu arıyordu, çünkü onu çok severdi. Ne de olsa, tek oğlan olan torunu oydu.
Böylece anamın evine bir güzelcene yerleştim ancak bir iki gün sonra canım sıkılmaya başladı, çünkü internet yoktu. Halbuki ben annemi hep düzenli bir şekilde ziyaret ederdim fakat akşamları tekrar eve dönerdim. Bu nedenle böyle bir şey başıma hiç gelmemişti. Bol bol kitapları vardı ancak çoğunlukla din ve inanç içerikli olduklarından onları okumaya pek niyetim yoktu. Çarşıya çıktım, bir kitapçıya uĝradım ve oradan kafama uyan birkaç tane kitap aldım.
Annem onun yanına yerleşmeme bir hayli sevinmişti ve hergün en çok sevdiğim yemekleri pişiriyordu. Bu arada bana dini mesajlar vermeden de duramıyordu tabii. Sabah akşam Kur´an okurdu ki ha bire benim de okumamı isterdi. Bu nedenle kendi kitaplarını okumak yerine çarşıdan yeni kitaplar almama biraz hayıflanmıştı. "Oğlum, öbür dünya için de bir şeyler yapmak gerek" derdi hep. "Anne, ben de onu yapıyorum zaten. Hiç kimseye zarar verdiğimi gördün mi hiç?" diye ona takılırdım. Bunu söyleyince, bana hem kızar hem de gülerdi.
Bir hafta sonra bizim oğlanın yeniden yaptırdığı test negatif çıkınca, bana evin yolu göründü. Pılımı pırtımı toplayıp anamın evinde ayrıldım. Kapıda neredeyse 60 yaşına merdiven dayamış olan beni tembihlemeyi unutmadı tabii. "Oğlum, bu dünyadakiler geçici. Önemli olan, öbür dünya için ne yaptıklarımız."
Kelimeler: anne, aile, kitap
-
-
-
@kereste bütün bildiklerimi toplasam ölüm deyince sıfırla çarpilir.
-
@kereste annenizin ellerinden öperim . Evlatlar anne sözü dinlemelidir
-
@Efruhte, içinde söyledi: 3 kelime, bir kısa hikăye
@kereste annenizin ellerinden öperim . Evlatlar anne sözü dinlemelidir
Beş yaşındayken babam vefat etti, aynı zamanda annesiz kaldım.
Baba sevgisi ve anne şefkatinden mahrum yaşadığım için bu acıyı benim kadar kimse bilemez.
Şimdiki gençlere anne-baba sevgisini anllattığımda hiç oralı bile olmuyorlar.
Çünkü hep o sevgi ve şefkatin içinde oldukları için beni anlamakta zorlanıyorlar. -
@bilgisezgi insan ne zaman büyür anne ve babasını kaybettiğinde . Siz çok küçük yaşta büyümek zorunda kalmişsiniz.
-
Kan kokusu
Bu mevsimi hiç sevmezdi; kış gelip çatmıştı yine. Yapraklar dökülmüş, hava bir hayli soğumuştu. Her taraf bembeyaz örtüye bürünmüştü ve avladığı hayvanları bulup öldürmek zorlaşmıştı. Günlerdir avlayamamıştı, çok acıkmıştı, yorgundu ve halsizdi. En son parçalayıp keyifle yediği tavşanı hatırlamıyordu.
Diz boyu karla kaplı ovada istemsizce dolaşırken aniden durakladı. Havayı kokladı ve yerdeki izleri gördü. Birdenbire umutlanmıştı, gözleri parlamaya başladı. Evet; kokusunu aldığı şey kandı. Bundan emindi ve kokunun geldiği tarafa doğru yöneldi.
Oraya bir an evvel varmalıydı; yorgun olmasına rağmen adımlarını biraz hızlandırdı. Yaklaştıkça kan kokusu daha da belirginleşiyordu ve kargaları gördü. Onların en büyük parçayı kapabilmek için birbirlerine saldırışını izlediğinde ise daha da hızlandı. Bunu gören kargaların keyfi bozulmuştu ve oraya buraya kaçıştılar.
Kan kokusu bir süre evvel öldürülmüş bir ceylanın leşinden geliyordu, fazla bir eti kalmamıştı ve kemikleri oraya buraya dağılmıştı. Hemen başladı kemiklerdeki son etleri kemirmeye.
Kelimeler: kan, av, karga
-
Sıradaki minik hikaye...
Kelimeler: kuzu, çocuk, kurbanİş yorgunluğumu bir atayım, sonra masalı(!) anlatırım. Hikayelerimdeki yaş sınırını +16´a çıkardım, çünkü toz pembe hikayeler kabak tadı vermeye başladı.
-
Kurban bayramı
Hayal meyal hatırlıyorum ve o günler aklıma geldikçe bir hayli hüzünleniyorum. Henüz çocuk sayılırdım; 7-8 yaşları civarında olmalıydım ve ilkokula yeni başlamıştım. Köylü çocuğuydum; fakirdik ama sefil değildik. İyi kötü yamalı kıyafetimiz ve lastik ayakkabımız vardı.
Günlerden bir gün okuldan eve geldiğimde evimizin önündeki ağılda çok sevimli bir kuzuyu gördüm. İlk bakışka onu sevmiştim; yerinde hiç durmuyordu ve hoplayıp zıplıyordu. Keyfi yerinde gibiydi.
Eve girer girmez "Baba, bu kuzu kimin?" dedim. "Bizim", dedi babam. "Oğlum, bu günden itibaren bu kuzuyla sen ilgileneceksin. Suyunu ve yemini ihmal etme," dedi. Çok sevinmiştim buna. Her gün okuldan geldikten sonra onunla ilgileniyordum. Hatta okulu bile önemsemez olmuştum. Kendi yaşıtlarım köy meydanında çeşitli oyunlar oynarken, ben kuzunun yanından ayrılmıyordum.
Bir gün okuldan döndüğümde kuzuyu ağılda göremedim; buna bir anlam veremedim. Hemen eve koşup "Anne, kuzumuz nerede?" diye sordum anneme. Annem beni görünce "Baban bahçeye götürdü," dedi üzüntülü bir şekildi. "Neden, götürdü?" diye sordum. Annem yanıt vermedi.
Koşar adımlarla evden çıktım ve bahçeye doğru yola koyuldum. Oraya vardığımda bahçe bir hayli kalabalıktı. Babam, amcalarım ve büyük abim de oradaydı.
Sonra yerdeki beyaz bir şey gözüme ilişti. Ayakları bağlanmıştı ve başının hemen yanında küçük bir çukur vardı. Hâlâ ne olduğunu anlayamamıştım. Kuzu beni görünce kalkmak istedi ancak ayakları bağlı olduğu için kımıldayamıyordu. Sonra babamın elindeki bıçağı gördüm ve "Hayır, baba yapma!" diye haykırdım.
Koştum kuzuya doğru ancak yarı yolda abim beni yakaladı ve tuttu. Gözlerimden yaş gelmede başladı. Babam bana bakmadan elindeki bıçağı kuzunun boğazına götürdü ve "Ya Bismillah," diyerek kuzumu oracıkta boğazladı. Boğazından fışkıran kan çabucak çukuru doldurdu.
O gündür, bugündür Kurban bayramlarından nefret ederim. Bayram olmadığını ta o zaman o çocuk aklımla anlamıştım.
Kelimeler: kuzu, çocuk, kurban
-
Gözüme görünme
Gecenin bir yarısı elleri cebinde gözleri yerde daldın dalgın yürüyordu. Hedefsizdi; öylesine dolaşıyordu. Aniden durdu ve etrafına bakındı, kulağını kabarttı. Sokağın karşısındaki bir kahveden müzik sesi geliyordu. Yürümekten yorulmamıştı, ama üşümüştü biraz. Kısa bir süre kararsızca dikildi, sonra o tarafa doğru yöneldi. Sola baktı, sağa baktı ve yavaş bir tempoda karşıya geçti. Kapıyı açtı ve içeri girdi. Kahve içmeyecekti, çünkü keyifsizdi. Kafayı çekecekti ve olanları unutmaya çalışacaktı. Ne de olsa kovulmuştu. "Bir daha gözüme görünme!" demişti ve yüzüne kapıyı kapatmıştı son sevgilisi.
Kelimeler: sevgili, kahve, müzik
-
Baş ağrısı
Sabaha kadar içmişti ve zil zurna sarhoş bir şekilde kendi evine dönmüştü. Gelir gelmez, kıyafetlerini çıkarmadan yatağa uzanmış ve anında uykuya dalmıştı.
Öğleye doğru yataktan güç bela ve isteksizce kalkmıştı. Aslında kalkmazdı ancak köşedeki caminin müezzini damarına basarcasına bağırarak milleti ibadete çağırıyordu. Müezzine bastı kalayı içinden. Başı ağrıyordu, ağzında ekşi ve yavan bir tat vardı. Sallana sallana mutfağa geçti, dolaptan bir bardak aldı, suyla doldurdu ve son damlasına kadar içti.
Baş ağrısı azalacağına şiddetlemişti sanki. Baş ağrısı habı almayı düşündü ancak sonra vazgeçti. "Ağrısın başım; bu az bile, hak ettim aslında" diye içinden mırıldandı.
Oturma odasına ve oradan kapısını açarak balkona geçti. Baş ağrısı yetmiyormuş gibi, bugünkü hava pek hoş değildi. Bulutlardan güneş gözükmüyordu, soğuk ve rüzgarlıydı ve hafiften yağmur yağıyordu.
Keyfi hâlâ düzelmemişti. Kendisini kapı önüne koyan sevgilisini aklından geçirdi. "Arasam mı, acaba?" diye düşündü. Cevabını kendisi biliyordu: "Ne yüzle!"
Kelimeler: yatak, ağrı, yağmur