Kendimce
-
@DemoKratos, söz konusu olan insandır lakin çiyana haksızlık etmeyelim, zira insan dışında hiçbir canlı zararlı değildir.
-
Kıyas realiteden uzak bir yöntemdir, zira hiç bir şey yek diğerine ne benzer ne de örtüşür....
.../.
Görmek için klavuz gerekmez; herşey orta yerde..
../..
Nazım demişti ki #yaşamak tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşcesine# ...ne özgürlüğü ne de kardeşliği bilemeyecek bir topluma seslenmiş olması, onun dehasını gösterir...
../.
Arif'in dediği gibi #hasretinden prangalar ...# eskittiğimiz şey nerede?
.../.
Tüm haksızlıkları unutan, güncel yaşam kavgasına sığınan, öteki deyip kaçan, ne sen ne ben ne de o, vicdandan söz edecek olursak herşeyden sorumluyuz demektir....
./.
Yolayrımı.... -
@nejdet-evren, içinde söyledi: KENDİMCE
bir orman gibi kardeşcesine
Orman deyince koruluktan bahsedildiğini zanneden insanlar oluyor. Hepsi aynı anda sıralı dikilmiş hepsi aynı boyda ağaçlardan oluşan bir alana orman denmiyor, koruluk deniyor.
Kavramların ne oldukları bilinmeden, karıştırılarak kullanılıyor. O dediği korulukta olur, ormanda öyle bir şey yoktur. Ormanda orman yasaları geçer. Güçlü olan zayıfı yer.
-
@DemoKratos , Ormanda yasa olmaz; orman kanunları bir deyim olup insanların güç dengesizliklerindeki vicdansızlıkları anlatılmak istenmiştir. Canlı türlerinin güdüsel olarak varlık mücadeleleri güçlünün zayıfı yemesi olarak da değerlendirilemez; seçme yetisini hazi olan için bu deyim kullanılabilir ancak; ormanın çeşitliliği ve zenginliği ile sömürgeci bir kavgayı değil paylaşımıcı bir birlikteliği ortaya koyar...Ayrıca şiirdeki mübalağa ve benzetmeler bu şekilde mi okunmalı?
-
@nejdet-evren Orman yasası terimi bir deyim değil, gerçektir. Ormanda eşitlik filan yoktur.
-
@DemoKratos
Ormanın yasası olmaz, sosyal dokusu olmadığından eşitlik anlamsız bir kavram olarak kalır. Her ne kadar sosyal bir takım canlı türlerine ev sahipliği yapsa da onların henüz evrimsel süreçlerinde eşitliği kavramsallaştırımadıkları, statülerine göre çoğunlukla iç güdülerine göre yaşadıkları dikkate alındığında eşitlik kavramının onlar açısından da bir önemi olmadığı açıktır. -
Yasaların olmadığı hiç bir yer yoktur. Doğa yasaları vardır. Yasa deyince ihlaline yol bulunamayan, işleyişi zorunlu olaylardan bahsediyoruz.
Hayata ütopik bakmamak, realist bakmak gereğinden bahsediyorum. Orman öyle aşıklar el ele kol kola lay lay lom sıralı düzgün dikilmiş eşit ağaçlar olan bir koruluk değil. Ne amaçla neden bahsettiğimizin çok iyi bilincinde olmamız gerekir. Yoksa ütopik hülyalara dalarız.
Ormanın kent koruluğu olduğunu sanan insanlar olursak gerçeklerden koparız. Lysenko da Mendel genetiğini reddedip kendi hayali ütopyalarına dalmış ve üstelik Stalin'i de hayallerine ikna etmişti. İş genetiği araştıran bilimcileri Sibirya'ya sürgün etmeye kadar vardı.
-
Hiçbir yasa ihlal edilemez değildir; yasalar normatif düzenlemelerdir ve lakin kütle çekim yasası gibi fizik yasaları dile o şekilde geldiğinden yasa olarak adlandırılmışlardır; aslında onlar bir yasa değildir.
../.
Ütopyalar gökten zembille düşmiyorlar, ne tümden ütopyalara evet ne de tümden ret demek doğru olmaz; tüm ütopyalar maddi gerçeklikten demlenirler ve fakat bir çoğu gerçekleşemez. Zizek!in "imkansızı istemek" olarak kastettiği şey birazda buna dairdir. Ütopyaların etkisi yewrine göre realite kadar güçlü olabilir.../.
Temellerini Fransız İhtilali'nden alan üçlemelerden biri olan "kardeşlik" şeklindeki ütopya, Nazım'ın şiir sanatında kullandığı ormanda resmedilmiş ve fakat hala realitede karşılık bulmamıştır; buna rağmen söylemdeki etki hala canlılığını ilk gün gibi korumtadır; zaten sanatın hedefi de bu değil midir? -
Yasanın ihlaline yol yok derken yasal yol yok demek istedim elbette. Yani yasa yaptırımlarla eski deyimle "mücehhez"dir. Tabii tankın zırhı bile delinebiliyor o ayrı.
Doğa yasalarına gelince kesinlikleri nedeniyle yasa diyoruz. Yani hukuk yasaları ile doğa yasaları arasında bir paralellik yok.
Ütopyalar ateşleyici olmaz mı, elbette. Ona hiç bir itirazım olması söz konusu değil. Ama gerçeklerin ütopyalardaki gibi en azından şimdilik olmadığını bilmekte yarar var. Gelecekte ne olur kestiremeyebiliriz o da ayrı bir konu.
Sanatın ideolojiye hizmet etmesi konusunda ne diyeyim pek de bir şey demek istemem, çünkü bilim bile yeri gelir ideolojiye hizmet edebiliyor.
-
Bir zamanlar sanat sanat için mi, toplum için mi şeklinde tartışmalar oluyordu; lise düzeyinde vs. Edward W. Said Kültür ve Emperyalizm adlı inceleme kitabında enine boyuna sanatın, edebiyatın özellikle emperyalist yayılmacılık ile ne denli bağlantılı olduğunu aytınılarıyla ve örnek vererek açıklamaktadır. İnsana dair her edim, yazım her neyse politiktir.
-
@nejdet-evren aynen öyle. Bu tartışmalı bir konu. Hem de yaygın, sanatın her kolunu kapsayan bir konu.
Sinemada sürekli dünyanın kurtarılması, teröristlerden, hatta uzaylılardan... Tesadüf elbette değil.
Marilyn Monroe Kore'ye boşuna gitmedi. Türk subayının koluna girip boşuna sohbet etmedi. Türk tugayı amansız ve çok çetin Kunuri kuşatmasından çıkınca Kore savaşının gidişatı değişti çünkü.
Tuğgeneral Yazıcı'ya takılan Amerikan madalyası ile Monroe'nun Üsteğmen Özata'nın koluna girip sohbet etmesi aynı şey. Sanatçılar politikanın içindedirler.
-
İnsan ayakları üzerinde durmaya başladığı günden buyana varlığını sorgulamıştır; kim olduğunu, ne olduğunu ve de ne olması gerektiğini...Ereksel/amaçsal bir takım sebepler bulmuş ve bunların gölgesinde yaşamaya katlanmıştır; hem kanmış hem de kandırmıştır....İnsan sonludur ve yeni bir yaşam formu olmayacak, buna rağmen gün gün değildir ve günü gün etmek değildir, yaşamın özünde yekdiğeri için varolmak olduğuna dair bilinç onun ancak yekdiğeri ile varolabileceğine dair bir kavrayıştır; o ve öteki olmadan ben hiçbirşeydir....
-
Ama şimdi çok da etkili. Bir film vardı, yani ama sırf propaganda, öldürüyoruz ama içimiz çok acıyor gözyaşlarına boğuluyoruz tarzı bir şey. Adını unuttum çok da iyi biliyordum halbuki. Gökteki göz gibi bir şeydi. Konu anlaşılacağı gibi akıllı füze sistemleri.
Propaganda filmi olduğunu bildiğim halde filmi mükemmel buldum. Yapımcılar İngilizler. ABD de değil. Bir terörist üssünün füze ile vurulması.
O kadar gerçekçi çekilmiş ki belgesel izler gibi. Yani mükemmel, başka bir şey diyemiyorum. Filmin sonunda terörist üssü havaya karışıyor ve izi bile kalmıyor içindeki teröristlerle birlikte ve operasyon sorumluları gözyaşı döküyorlar üzülüyorlar.
Burası yalan tabii. Gözyaşı filan dökmezler. Abartmışlar, üzülme yapmak zorundaydık filan diye birbirlerini teselli ediyorlar. Ama etkili mi, müthiş etkili. Propaganda olduğunu bildiğin halde!
Fakat akıllı silahların geldiği nokta gerçekten şaşırtıcı. Geçenlerde Mossad İran'da nükleer programın baş yürütücüsünü akıllı silahla öldürdü. Nasıl yaptı, bir pikabın arkasına makineli tüfek yerleştirdi. Bu pikap adama nasıl yaklaştı bilmiyorum. Otonom sürüş olabilir mi, o kadarını İran'da yapamazlar. Geçeceği yere park etmiş olsalar İranlılar bu kadar salak mı!?
Fakat sonuçta pikaptaki kamera ile gözlemleyen bilgisayara yüklü yapay zeka hedefi tanıdı ve ateş açtı. Tüm kurşunlar hedefini buldu, adam oracıkta ölürken yanında oturan eşine tek kurşun bile gelmedi.
Akıllı silahlarda gelinen nokta şaşırtıcı. Daha da gelişecek. Geleceğin savaşları, bu.
-
İnsan neden yaşamak ister? Bunun makul bir sebebi var mıdır? Böyle bir sebep varsa bunu kişi kendisi mi belirler yoksa dayatılmış bir nedene mi dayanır? Yaşama isteğinin/yöneliminin varoluşsal bir nedenle sınırlandırılması mantıklı ve yeterli bir olgu olmasa gerek; zira, insan geldiği aşama itibariyle güdülerinin esiri olmaktan çıkmayı başarmıştır; güdüler asla denetlenemez değildirler. Öyle olunca, yaşama dair arzunu/istencin nedensiz olması da mümkün görülmektedir. İnsanın yaşama dair eğiliminin hem kendince bir nedeni olabileceği gibi nedensiz de olabileceği açıktır. Lakin, her iki durumda da bir neden/sizlik var demektir. Utanmadan, sıkılmadan, yalana sığınmadan, kendine karşı dürüstçe yaşama arzusunun ölüm korkusundan kaynaklandığı söylenebilir. İnsan, bir amaca yönelttiği ölüm biçimini de tercih edebilir, bir amaca vakfedilmiş yaşamlar gibi…Ruhunu bedeninden üstün tutup onu/ruhunu atomlardan ayrıştırarak ölümsüzleştirirken yaşama dair dayanılmaz tutkusunun ölümle yok olacak varlığının inkarı temelinde kabul eder ve kendini değil ruhunu serbest bırakır; oysa ki, o ruh denilen şey bedenin ta kendisidir, nakşedilmeyen etaminin kasnakta gergin hali ne ise, nakşedilmeyen kişilikten yoksun ruhun da ondan farkı yoktur. İnsan bir kimliktir ve o kimlik yok olduğunda yaşam son bulmuş demektir; hem de diri, diri…Lakin o kimlik tüm yaratılarıyla, eylemlilikleri ile yeni kimliklerin ilgisine mazhar olabilir; bunun için yapılan yürüyüşün cesurca olması gerekir!
-
İnsanları kandırmak için büyük çabalar harcamak gerekmez; zira her insanın – ki çoğunlukla – kandırılmak için kendince bir haklı nedeni her zaman vardır, bir de algı yaratıldı mı “yalan”ın toplumsal bir güce dönüşmesi ile insan sadece kanmakla kalmaz hakikat/gerçek olmayan “yalan” la gerçek olduğu düşüncesiyle yaşamaya başlar; insanın yalan çukurundan çıkması için ancak dogmatik kalıpları yıkması ile mümkündür, bunun için de her olguya sorgulayıcı yaklaşma yöntemini benimsemesi gerekir…Hangi türden olursa olsun tek bir soru yeter.
-
Hakikati aramak insanın metafizik eğiliminden başka bir şey değildir; zira, hakikat denilen bir şey yok -bu güne değin ne gören ne de bilen olmuş- sadece hakikat adı altında bir avuntu ve bir de yalan var; yanı sıra ne hakikat ne de yalan ideaları olmasaydı yaşamak belki daha anlamsız kalırdı; bir çok insanın hakikat peşinde bir çoğunun da yalan avuntusu ile koşuşturmalarına rağmen ipi göğüsleyen olmamıştır. Demek ki insan yaşamında hakikat diye bir şey yok ve birey kendimi gerçekleştirirken yalana sığınıyor; böylece yaşam da bir yalandan ibaret kalıyor; oysa devinim, hareket hakikat ve yalanı aşıyor; devinmeyen her yaşam saçma ve anlamsız kalıyor….
-
Sözlü ve yazılı tüm anlatılar, tüm öyküler, eserler dil üzerinden kurgulanır ve varlık kazanırlar. Dil bir kültürün temel taşıdır; dil olmadan hiçbir kültür varlık kazanamaz, yaşayamaz. Acılar, sevinçler, özlem ve beklentilere dair tüm duygular/hisler, tüm düşünceler büyük çoğunlukla dil üzerinden aktarılabilir; her ne kadar beden dili kullanılabilir olsa da onun tek başına kültürü yaratmada etkisi sözlü ve yazıldı dilin etkisinden çok küçük olabilir. İnsanın düşündüğü dilin kültürüne ait olduğu tespiti boşuna değildir. Bu nedenledir ki “kültür emperyalizmi” dil’i bir araç olarak kullanmayı yeğlemiştir.
-
Benzer hatalar ile geçmişi yeniden onarmak mümkün olmadığından, geçmişi onarmak yerine benzer hatalardan vazgeçmek gerekir; değilse bataklıkta devinmek gibi dibe çökmek kaçınılmazdır....önce içten olmak, inanılan her ne değer olursa olsun onun adına mücadele etmek gerekir...somut, açık, net ve korkmadan....bunun için bazı nimetlerden mahrum olmaksa eğer, bahşedene lanet okumalı...bahşeden kendisi ise yerin dibine girmeli, günyüzü görmeksizin...tüm lütuflar geri çevrilmeli ki özgür insan doğabilsin...insanı köle yapan insan er ya da geç bu zincirin bir halkası olarak köle olmaya mahkumdur, zira özgürlük son zincirin kırılması ile eşdeğerdir...geçmiş yaralar , yıpranmışlıklar, parçalanmalar ve savaşlar, kavgalar barışa öncü değildir;barış bir seraptır, güzel bir serap lakin vahşi insanın erdemi olamaz, kirli bir geçmiş geleceğe beyaz çarşaf geremez, öyle ise, taşlar yeniden karılmalı; hem de geçmişe öykünmeden, cesaret ister , entelektüel olmalı...
-
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir; ya daha fazla ya da daha azdır; onun yarattığı algı içsel nedenlerden dolayı farklı görünmesine neden olur; bu durum, ona ait bir özellik olsa da onu var-olduğu biçimden öteye taşımaz sadece algının yanıltmasına bağlı olarak kişide bir değerlendirme hatasına neden olur. Şeyin göründüğü gibi olmaması onu gizemli bir şey-e dönüştürmez; zira, temelde gizem denilen bir gerçeklik yoktur; bir görüngünün öyle ya da böyle gizlenmiş olması/saklı kalması/açığa çıkmaması onu gizemli yapmaz sadece görünür olmaktan çıkarır. Saklı olanın her zaman açıkta kalan bir yanı bulunur -zira, sonsuza değin gizlenenin bir anlamı olamaz – ve bu yanı dikkatle izlenir, gözlemlenir ve değerlendirilir ise karanlıkta kalan yanı açığa çıkar; bunun için düz mantık bile yeterlidir. Her gizlenen şey bir şekilde açığa çıkmak ister/bu istek içseldir ve fakat bir dış uyaranın olmasını yeğler; böylece, kendinden değil diğeri sayesinde açığa çıktığını göstermiş olacaktır. Aslında gizli olanın bu yönelimi içsel bir çelişki taşıdığından sürekli çatlak verecek ve sızacaktır. Bu sızmaya engel olamaz; zira, karanlık sadece kendine aittir.
-
Bir aidiyet var işin içinde bir de sürekli üstünlük iddiası...Tarihsel geçmiş yaşanmışlıklar değiştirilemez ve ancak tarih bugünden geriye doğru bir yazma sanatı ise çarpıtmak mümkündür. Kahramanlık edebiyatı ile toplumlar ilahlara tapınmayı bırakmadıkları sürece kısır döngü ve sonuçsuz tartışmalar da asla bitmez; 19 yy bilimsel felsefenin doğuşuna tanıklık yapmış ve 20 yy. da ise Dünya gezegeni eşitlik ve özgürlük adına bir çok devrimlere tanık olmuştur. Hiç bir kültür bir gecede yok edilemez ve insan yarattığı kültürünün bir parçası olmaktan da kurtulamaz. Bu nedenle tarihi, geçmişi doğru okumalı, ders çıkarmalı ve geleceği kurabilmeli insan...
../.Adalet hesap gününden önce kesilmelidir, hesap gününün adaleti kayırmacılıktır...Zira adalet gün ve geçmişte değil gelecektedir...
../.Hiç söylenmemiş olan bir söz söylenmiş olsa bunu kim anlayabilir?...Devrim söylenmemiş bir eylemdir; bu nedenle anlaşılmaz, sadece yaşanır...Devrimlere...
../.Hesap soramayan hiç bir zihniyet ne devrimci, ne ilerici ne de samimi değildir;sosyal denilen demokrasi güncel değil...Öyle ise ya tam demokrasi ya da...
../.Nereden çekildiğin değil, nereye çekildiğin önemlidir; zira, tüm tercihler ileriye yönelik yapılmalıdır...
../.Ben sen değilim, sen de ben değilsin; sen beni sen olarak görürsen, ben de seni ben olarak görürüm, bu çıkmaz bir sokak...ben sen değilsem, sen de ben değilsin; örtüşmeye gerek yok...tek kıyafet giyinmek yerine çok renkli olmak elzemdir....
../.Düşünmeden, tartışmadan bir yargıya varmak peşin bir yargıyı ifade eder ki bu da yargı değil, olsa ola bir infazdır...