Arthur Schopenhauer
-
Arthur Schopenhauer’ın pesimist felsefesi modernizme, ilerleme ideolojisine, iyimserlik felsefesine, kısacası Aydınlanma efsanesine, gerçekliğin rasyonel ve düzenli olduğu için insan tarafından bilinebildiğini ve bunun sonucu olarak da kolaylıkla dönüştürebileceğini öne süren Batı akılcılığına şiddetli bir karşı çıkışı temsil eden; 19. yüzyıl ilerledikçe giderek daha çok yalnızlaşan ve zavallı hale gelen insana merhametle yaklaşıp modern hayatın köksüzlüğünü, insan hayatının boşluğunu, Tanrının sekülerleşmeyle birlikte sahneyi tümden terk edişinin yarattığı nihilizmi derinden hisseden bir yeni weltanschaung, bir irrasyonalizm ideolojisidir. O, felsefesinin hemen her yerinde iki filozof tipi, sırasıyla felsefe için yaşayan filozof ve felsefeyle ya da felsefe sayesinde yaşayan filozof arasında bir ayırım yapar. Söz konusu iki filozof tipinden birincisinin hakikati arayıp, anlamayı ve bilgeliği bizatihi kendisi için istediğini, oysa ikincisinin felsefi düşünceyi kendi kişisel ve dünyevi amaçları için kullandığını, birincisinin felsefi problemlerini dünyadan ve hayattan çıkardığı yerde, sofistin dünyalığını felsefeden kazandığını söyler. Bu filozof tipolojisinde Schopenhauer’ın kendisi, ilk ve hakiki filozof, gerçekliği bütün çıplaklığıyla gören filozof tipine uyar.Onun sesinin, gerçek anlamı ancak bir süre sonra, en erken Nietzsche ve Dostoyevski tarafından anlaşılacak bir yalnız ses, aykırı bir çığlık olduğu kabul edilir. Nitekim o çığlığının aykırılığını, çağının gerçekliğin rasyonel, rasyonel olanın da gerçek olduğunu öne süren iyimser filozoflarını, devletin hakikati çarpıtan ikiyüzlü ideologlarını mahkûm ederken, özellikle Fichte ve Hegel’i “Kendisine Kant eliyle yeniden itibar kazandırılan felsefe,[...]bir yanda devletin yukarıdan bastıran çıkarları, diğer yandan da aşağıdan gelen kişisel çıkarlar olacak şekilde, kısa zamanda bir çıkar aracı haline geldi. Felsefe, devlet tarafında bir alet, diğer tarafta ise bir kazanç aracı olarak suiistimal edilmektedir.” şeklindeki sert sözlerle eleştirir. Schopenhauer bu iki filozofun Kant’ta doğru ve derinlikli olan ne varsa ortadan kaldırdığı kanaatindedir. Bu yüzden Hegelciliğin Almanya’yı adeta kasıp kavurduğu bir sırada Kant’a dönüşün savunuculuğunu yapar. Bununla anlatmak istediği şey ise, elbette filozofun eleştirel bir tavır takınması, aklın felsefece kullanımının –böyle bir kullanım mümkünse eğer– akıl eleştirisini izlemesi gerektiğini ifade eden Kantçı normlardır. O, işte bu çerçeve içinde, doğasını ele alıp sınırlarını sorguladığı aklın görünüşlerin veya fenomenlerin ötesine geçerek, şeylerin veya gerçekliğin bizatihi kendisini bilemeyeceğini öne sürer. İdelerimiz, ona göre, bize duyu algısının ötesindeki bir dünyaya erişme imkânı vermez.
Schopenhauer, bununla birlikte gerçekliğin kendisine erişmenin rasyonel veya entelektüel olmayan bir yolunun olduğunu öne sürer. İşte bu yolla kendisine erişilen gerçeklik, akıldışı bir güç olarak iradedir. Kant’ın etik bir çerçeve içinde yorumladığı “irade”yi, o, temel bir metafizik kategori haline getirir ve gerçek addedilen her şeyin temelinde iradenin bulunduğunu söyler. Yani irade, tüm
evreni olduğu gibi, insanı ve düşüncesini de oluşturan şeydir. Var olan her şeyin ilkesi olan irade, doğada kendisini bir zorunluluk olarak gösterir; başka bir deyişle, doğada her şey belirlenmiştir. Bununla birlikte, irade bazen bilinçlidir ve bu görünümüyle de insanda özgürlük denen şeye karşılık gelir. Ama ister bilinçli, isterse bilinçsiz ya da ister zorunlu isterse özgür olsun, evrendeki her şeyin yapıcısı, kendiliğinden ve bağımsız bir şey olarak iradedir. İrade insanda eğilim ve yönelimler olarak ortaya çıkar; insan bu eğilim ve yönelimlerinin etkisiyle, hazza, mutluluğa ve yarara yönelik eylemlerine hep ahlaki eylemler olarak bakmıştır. Oysa Schopenhauer’a göre, bunlar iradenin insandaki bencil yansımalarından başka hiçbir şey değildir.İradenin akıldışı kudreti insanda, esas içgüdüsel tepiler, arzu, istek ve dürtüler şeklinde ortaya çıkar. Hazzın sadece bu istek ve arzuların geçici tatminine tekabül ettiği ve bütünüyle olumsuz olduğu yerde, Schopenhauer’e göre, bu arzuların yokluğu hayatın biricik gerçekliği ve özünü meydana getirir. İnsanın sürekli ve derin arzuyla yetersiz doyum arasında her daim gidip geldiğini, hep isteyen, arzulayan insanın doyuma hiçbir zaman tam olarak erişemeyeceğini; bundan dolayı acının sürekli, hazzın geçici olup insanın en büyük hatasının dünyaya gelmiş olmak olduğunu söyleyen Schopenhauer’a göre, insanın mutsuzluğunun ve çektiği acıların kaynağında, tatmin edilmesi hiçbir zaman mümkün olmayan arzular, tam olarak karşılanamayan istekler, amaçsız ve boşuna çabalama vardır.
Schopenhauer’in bu şekilde ifade edilen kötümserliği, aslında modern iyimserliğin her daim bağrında taşıdığı kötümserliğin bir ifadesi, Hobbes’la başlayan modern düşüncenin doğal bir sonucu olarak yorumlanabilir. Çeşitli eylem tarzlarının, davranış tiplerinin insanın dünya ile ilgili hakikatin ne ölçüde bilincinde olduğunu ortaya koyduğunu savunan Schopenhauer’a göre, birinci davranış tarzı saf egoizmdir. Fakat bir insan kendisinin dünyadaki biricik irade olmadığını, kendisi gibi başka arzu merkezlerinin de bulunduğunu görmeye başladığı zaman, Hobbes’un egoizminden uzaklaşma yönünde ilk hamle yapılmış olur. İşte o zaman, katışıksız ve kaba bir egoizmin yerini başkalarını gözeten bir ilgi ve bir adalet, eşitlik duygusu alır. Adil insan bu düzeyde yine kendi iradesini öne sürer, ama egoistin tersine, başkalarının kendi iradelerini öne sürme, kendi isteklerini öne çıkarma haklarını yadsımaz. Burası da aydınlanmanın laissez-faire felsefesinin düzeyidir. Şimdi artık, insanlar arasındaki farklılıkların sadece görünüşte ya da yalnızca fenomenal düzeyde kaldığının, bütün bireysel iradelerin temeldeki tek bir iradenin tezahür ya da yansımaları olduğunun fark edilmesi zamanı gelmiştir. Bu adımı atma, söz konusu hakikati ifade etme görevi de burjuva aktivizmini sorgulayan Schopenhauer’a düşmüştür.